Ramazan Ayı Ve Hatıramızda Kalanlar
Erdal Güzel 25 Ağustos 2009 Salı Ana karnından dünyaya merhaba dediğimiz de ilk gördüğümüz rengi, ilk duyduğumuz sesi, ilk aldığımız tadı hatırlayanımız var mı bilemiyoruz; ama hayatımızda bazı ilkleri unutmamızın söz konusu olmadığını söyleyebiliriz. İlk camiye veya okula gidişimiz, ilk oruç tutuşumuz, bir ölünün soğuk yüzünü ilk görüşümüz gibi, hayatın akışı içerisinde muhatap olduğumuz bu ilkler zinciri uzar gider, taki son nokta ölümü tadıncaya kadar. Yaz mevsiminde karşıladığımız Ramazan ayının, bazılarımız için ilk, bazılarımız için ise son Ramazan olabilme gerçeği, hayatın kabullerinden başka nedir ki? Ömür; insanların ilk ve son nokta aralığında koşma ve yorulmasıyla gelip geçerken, hayaller ve hatıralarda bu sürecin en anlamlı tarafını ifade ederler. Bayramlar gibi, Ramazan ayının da hepimize hatırlatacağı bir takım özel anıları elbette ki mevcuttur. Bu bağlamda, Ramazan ayı geldiğinde, benimde aklıma rahmetli anneannem ve babam gelir. Hayal meyal hatırlıyorum; rahmetli babam elimden tutar, beni meşhur “İhmal imamı” diye bilinen, Hacı Muhammed Efendi’nin imamlık ettiği, İhmal Camii’ne götürürdü. Camiye girer girmez, benim yerim hocanın vaaz verdiği kürsü olurdu. Yumuşak minder üzerinde namazın bitmesini bekler, çocuk dünyamla etrafımı algılayıp anlamaya çalışırdım, belki de caminin ilahi havasını ilk teneffüs ettiğim zamanlarımdı. Caminin içerisinin sıcaklığından ve cemaatin kalabalığından, bazen de kürsüde uyuduğumda olurdu. Teravih namazı dağıldıktan sonra İhmal imamı, babam ve bir takım cemaat, İhmal Camii’nin yakınındaki “Sinekli Kahve” ismini verdikleri kahvehanede limonlu çaylarını içerlerken, İhmal imamının sohbetinden istifade etmeye çalışırlar, bende küçük bir taburenin üzerinde sessizce oturur etrafı seyrederdim. Ramazan ayına Erzurumluların özel bir ilgilerinin olduğu tartışılmazdır. Günler önce evlerde başlatılan Ramazan temizliği ile dip köşe pırıl pırıl yapılır, önemli bir misafir beklenir gibi Ramazan’a hazırlanılırdı. Bu geleneğin günümüzde de yaşıyor olması, geleceğimiz için önemli bir güvencedir. Mahallenin hanımlarının ak yünden ehramlarına sarılı vaziyette komşuda okunan Hatmi Şeriflere katılmaları, fakir fukaranın el üstünde tutulması ve gözetilmesi, bu ayda ibadetler konusunda biraz daha fazla gayretlerin gösterilmesi ne güzel yaklaşımlardır. Küçük çocukların oruca alıştırılmaları konusunda, “Tekne orucu” adı altında bilinen uygulama ise bize has, oldukça hoş bir metottur. Erzurumlu olup da tekne orucu tutmayan çocuk yok gibidir. Hele çocuğa küçük yaşta tutturulan ilk oruç için ailenin ve komşuların destekleri her türlü övgünün üzerinde bir özelliktir. Tam bir Osmanlı kadını olan anneannemin evinde ilk orucumu tutuşumu, etrafın ilgisini, iftara üç beş dakika kala teyzemin hediye ettiği şemsiyeli çikolatamı çaktırmadan alt tarafından emip orucumun bozulduğunu, dün gibi hatırlamaktayım. Hasır selelerin içine itinayla dizilmiş kırmızı, yeşil ve sarı renkli horoz şekerlerinin o günkü tadını hâlâ arar dururuz. Ayazpaşa’daki anneannemin evi, Ramazan’da biz çocuklara çok cazip geldiğinden dolayı, orada kalmak için can atardık. Sahur vakti davulcunun maniler eşliğinde sokağa gelmesiyle birlikte, lambaları yanan evlerde hoş bir hareketlilik oluşurdu; sofra bezinin altına girilir, bakır sininin üzerine dizilmiş sahurluklar afiyetle yenir, tutulacak oruç için niyetler tazelenirdi. Kışın kuzine sobanın üstündeki fokurdayan tencereden çıkan kuru fasulyenin kokusu, bugün hangi beş yıldızlı otelin açık büfesinde var bilemiyorum. Erzurum’da iftar sofralarının vazgeçilmez menüsü, ayran aşı, kıyma ve kadayıf dolmasının yanında, sahurda genelde kuru fasulye, pilav, hoşaf, kahvaltılık olurdu, bazen de sıcak içli keteler, tatlı çayla içilirdi. Sofralarımızda bugünkü kadar çeşidimiz yoktu, ama evlerimizin bin bir bereketi, mahallemizin ayrı bir huzuru ve düzeni vardı. Komşuluklarımız, akrabalık bağından da öteydi. Her Ramazan gelişinde, tuttuğum ilk orucumu, son dakikada nasıl kazaya getirdiğimi, rahmetli babamı ve anneannemi hatırlarım. Anneannem, Alvarlı hocaya intisap etmiş, Ehl-i Tarik mümine bir kadındı, mahalleli tarafından “Paşa abla” veya” Memnune Paşa”diye bilinirdi. Maddi durumu iyi olduğundan, mahallenin fakir fukarası onun yanından hiç ayrılmazdı, dağıtmayı ve yardımı çok severdi. Radyoda güreş müsabakalarını dinlerken, anneannem ara sıra “Oğlum Osmanlılar mı yendi” diye bağırarak, benden haber almaya çalışırdı. Anneannemden duyduğum; “Sultan Osman, Sultan Osman Odur bu devleti kuran Kendi gitti adı kaldı Sultan Osman, Sultan Osman” dizeleri hâlâ kulağımda çınlarken, giden günlerimizi, kaybettiklerimizi bir kez daha hatırlıyor, nefsin azgın atını dizginlemek hususunda bizlere sunulan oruç ibadetinin şuur ve bilinci içerisinde bir Ramazan geçirmemizi temenni ediyor, Ramazan ayının bir buçuk milyarlık İslâm âleminin uyanmasına vesile olmasını yüce Rabbimizden diliyoruz. |