Varlıkta Yokluk Çekmek
Erdal Güzel 11 Eylül 2009 Cuma Akşamları serinleyen hava, ağaçlarda sararan yapraklar, mevsimin artık sonbahar olduğunu söylerken, yere düşen yapraklar gibi, yaşadığımız günler de sonsuzluk âleminde kaybolup gitmekte. “Sayılı günler çabuk geçer” derler, işte Ramazan’ın ilk yarısını geride bıraktık. Görüntülerde değişen bir şey yok, manzaralar yine aynı, tokların tokları ağırladığı iftar sofraları, siyasi rant düşüncesiyle açılan iftar çadırları, beş yıldızlı umre turları, türbe ve yatırlardan akla hayale gelmeyen isteklerde bulunan bilinçsiz güruh, zekât paralarını saadet zincirlerine katan din elbisesi giymiş iblisler, dini içerikli promosyonlar dağıtıp tiraj yükselten gazeteler ve oruç bilinciyle donanmış, nefislerini ıslah da gayret edenler, Allah yolunda yürüyen samimi müminler. Sabah rüzgârından başka kimselerin kapılarını çalmadığı garipler ve fukaralar. Zorlu imtihanlarla baş başa olanlar. Para ve makamın verdiği saltanatla akılları başlarından giden yeryüzünün Lat, Menat ve Uzzaları. Velhasıl düşünen beyinlere “Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor, ölümü hakikat, hayatı rüya” dedirten ömür sahnesi… Her sabah yeniden doğan dünya ile birlikte başlayan; hüzün, sevinç, ümit ve keder dolu hikâyeler. Hepsi birbirinden farklı olan bu hayat hikâyelerini bizatihi ya kendimiz yaşarız veya başkalarından duyarız. Bir manav dükkânında alışveriş yapan yakın dostumuzun tanık olduğu ve bize yansıttığı trajik bir yaşam öyküsü gibi… Manavdan içeri giren genç bir bayan, elindeki yirmi beş kuruşu dükkân sahibine göstererek, “Acaba bu parayla tek bir şeftali alabilir miyim?” diyor ve ekliyor: “Ağır bir hastam var, yemek yiyemiyor, şeftalinin suyunu sıkıp içirmek istiyorum.” Olayı görüp bayana ihtiyaçları konusunda yardım eden kardeşimizin verdiği adrese ulaşıyoruz. Kapıda, üç yaşında sevimli bir kız çocuğu dünyadan habersiz oynuyor, elimizden tutup bizi evlerine götürüyor. Zamana direnen, eski bir evin kapısını çalıyoruz, kapıyı bir bayan açıyor, hastayı ziyarete geldiğimizi söylüyoruz, bizi içeri buyur ediyor. Girdiğimiz evde fakirliğin yanında, “Temizlik imandandır” öğretisini görebiliyoruz. Tertemiz bir yatakta genç bir delikanlı bitap bir şekilde yatıyor, mide kanseri olduğunu, bağırsaklarının bir kısmının alındığını, kemoterapi gördüğünü, damar yoluyla beslendiğini zorda olsa anlatıyor. “Bir küçük çocuğum, namusum ve yaşlı annemden başka kimsem yok” derken, sonsuz düşüncelere dalıp gidiyor. Annesinin 270 TL’lik maaşı ile geçindiklerini, evlerinin kirasının 200 TL olduğunu, Sosyal Dayanışma Vakfı’ndan kömür, Ebu İshak Vakfı’ndan ekmek aldıklarını öğreniyoruz. Bağırsaklarına tüp taktırmak için Ankara’ya gitmesi gerekliymiş, gözleri doluyor. Aklımızdan neler geçmiyor ki; Amerika’daki Cleveland Clinic’te ameliyat olan siyasetçiler mi dersiniz, siyasetin sihirli değneği ile aile şirketleri kurup saltanat kayıklarında yüzenler mi, beytülmalı talan eden hortumcular mı? vs. Ağızdan beslenemediği için, Allah’ın lütfettiği nimetlerin özlemini çekiyor. İsminin Samet olduğunu öğrendiğimiz hasta kardeşimiz “Açım hocam, açım. Benim durumum, su içerisinde susuz kalmak gibi bir şey, varlık içerisinde yokluk çekmek, bu olsa gerek” diyor. “Herkes gibi yemek yiyebilsem de bir ay ömrüm olsa” diyen Samet’i dinlerken, oruç ibadetinin bizlere neleri öğütlediğini ve hatırlattığını bir kez daha idrak ediyoruz. Kanuni Sultan Süleyman’ın “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi, olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” mısraları hafızalarımızda canlanırken, Allah’ın verdiği sonsuz nimetler karşısında şükretmeyi bilen, paylaşma duygusuna sahip kullardan olabilme duasıyla, yokluk ve hüzün dolu mekândan ayrılıyoruz. |