Yalakalık Üzerine
Erdal Güzel 22 Şubat 2010 Pazartesi Vakti zamanında Derebeyleri ile meşhur bir beldenin halkı, Bey’in aşırı baskılarından dolayı oldukça bunalmış. Babalarının bu halini gören yörenin delikanlıları da bir araya gelerek, bu işe son verilmesi gerektiğinin planını yapmışlar. Gençler; hasat zamanı Bey’in kapısına gidip, ciddi bir tepki gösterecekler, hatta Ağa’nın yakasına yapışıp: “Bundan böyle babalarımızın alın terini, ailelerimizin nafakasını, artık sana koklatmayacağız” şeklinde bir tavır sergileyeceklerini kararlaştırmışlar. Zaman içerisinde bu fikirle yatıp kalkmışlar, nihayet güz gelmiş, “Artık eylem zamanıdır” deyip, Bey’in kapısının önünde toplanmışlar, kapının önünde Ağa’ya karşı nasıl baş kaldıracaklarını konuşurlarken, gürültüyü duyan Ağa elinde kırbacıyla hiddetle kapıyı açmış, gençlere dönüp; “Ulan nedir bu gürültü, ne işiniz var burada!” diye bağırınca, ortalıkta büyük bir sessizlik olmuş. Gençler; “Bey’im kusura bakmayın, yağları getireceğiz de acaba eriterek mi getirelim, yoksa eritmeden mi getirelim diye sormaya gelmiştik” derler. Ağa’nın da “Def olun gidin, yağları da eriterek getirin” diye, gençleri azarladığı hikâye edilir. Güç ve otoriteden korunmak veya faydalanmak, bir başka deyişle gücün gazabını üzerine çekmemek veya onun nimetlerinden nasiplenmek için, insanoğlu var oluşundan bu yana, bir takım taktikler geliştirmiştir. Zayıf ve kaypak kişiliklerin başvurduğu bu metotlar, genelde dalkavukluk, riyakârlık, yalakalık isimleri altında izah edilirler. Otoritenin kuvvetine veya istenilen şeyin çeşidine göre ayarlanan bu taktiklerin de sınırı zorlayan halleri olabilmektedir. Bu davranış biçimlerinin çarpıcı örneklerini, dün olduğu gibi bugün de görebilmekteyiz. Makam ve mevki kapmak, devlet imkânlarından faydalanmak, siyasi iktidardan yana görünmek ve liderin gözüne girmek için kullanılan bu taktikler, ne yazık ki çoğu kez oldukça da işe yaramaktadır. Bir de ihtilâl gibi olağanüstü durumlarda, cuntacıların şiddetinden kaçınmak, onlara şirin görünmek uğruna sergilenen haller vardır ki bunun ucu açıktır. 1980 ihtilâlini yaşayanlar hatırlayacaklardır, Kenan Evren’in ismini bir yerlere vermek için, insanlar adeta birbirleriyle yarışır haldeydiler, Atatürk büstlerinin satışında ise müthiş patlamalar yaşanıyordu, büstlere talep o kadar fazlaydı ki imalatçı firmalar siparişlere yetişmekte güçlük çekiyorlardı. İhtilâlin bu psikolojik durumu, şüphesiz şehrimize de yansımıştı. Evren Paşa Mahallesi, Evren Paşa Caddesi, Evren Paşa Sağlık Ocağı, Evren Paşa İlköğretim Okulu, Evren Paşa Pasajı gibi isimlendirmeler, bunun en somut örnekleri olarak görülmektedir. Yine o yıllarda doğan erkek çocuklara, aileleri tarafından Evren ismi verilmesi de herhalde tesadüfî değildi. Kenan Evren o günün şartlarında kalkıp da “Benim ismimi Erzurum’da bir mahalleye, okula, sağlık ocağına, pasaja verin” demeyeceğine göre, bu işgüzarlığı birilerinin yaptığı gün gibi açıktır. Aradan uzun yıllar geçti, güçler el değişti, yeni otoriteler oluştu ve suskunluklar bozulmaya başlandı. Dün darbecilerin isimlerini yaşatmak için yarış içerisinde bulunulması, darbelerin tartışıldığı bu günlerde ise isim kaldırma gayretlerine giriliyor olması, analizi yapılması gereken bir ruh halini anlatır niteliktedir. İhtilâl mirası isimlerin değiştirilmesi için teklif verenler, birkaç yıl önce bu düşüncelerini dile getirmiş olsalardı, belki anlaşılabilirdi. Bu tekliflerin başka otoriteleri memnun edecek zamanda yapılması ise samimiyet açısından biraz garip görünmektedir. “Aş taştı mı kepçeye paha yetmez” türündeki bu davranışları, ne yazık ki sosyal hayatımız içerisinde hep görmekteyiz. 1959 yılında, Londra’da geçirdiği bir uçak kazasında yara almadan kurtulan dönemin Başbakanı rahmetli Adnan Menderes’i, ülkeye dönünce yüz elli bin civarında vatandaşın karşıladığı söylenmektedir. Menderes için binlerce kurban kesilmiş, hatta kalabalık arasında, elinde bıçağı olduğu halde çocuğunu yere yatırıp, “Emredin keseyim” diyenlerin olduğu, gazete manşetlerine taşınmıştı. Milyonlarca insanın peşinde koştuğu A. Menderes’in idamında bir tek yürekli sesin çıkmaması, vefa örneklerinden en ufak bir eser sergilenmemesi de ne kadar manidardır. Ezanlarla minarelerimizden yükselen “Allah’tan başka İlah yoktur” hatırlatılmasına rağmen, beşeri güçlere yönelmenin göstergesi bu durumlar, tevhit ilkesiyle, elbette ki örtüşmemektedir. Tarih yaprakları içerisinde, sayısız miktarda yalakalık, dalkavukluk ve riyakârlık örneklerine rastlamak mümkün. Bir gücü bırakıp yeni bir gücün yanında olmak gibi alışkanlıklar, dalkavuk taifesinin rutin işleri arasında yer almaktadır. Oysa ilahi öğretilerimiz bize; gücün değil, hakkın ve haklının yanında olmamızı öğütlemektedir. Hz. Hüseyin’i katletmek için Yezit’in etrafında yer alan peygamber düşmanlarının, Hz. Hüseyin’e “Kalbimiz seninle ama kılıçlarımız Yezit’le” şeklindeki beyanları, haktan değil, güçten yana olanların riyakârlıklarını özetleyen en çarpıcı örnek olarak, fazla söze mahal bırakmamaktadır. Saflar, otoritenin ve siyasi gücün etrafında tutuluyorsa, sevgiler, çıkar uğruna sergileniyorsa, kutsallar bu tezgâhlarda yıpratılıyorsa, söylenecek çok az şey kalmış demektir. Eskiden Erzurum’a tayin edilen üst düzey devlet adamlarını, Ilıca’da karşılamak adettenmiş. Devlet düzeninin bozulduğu, dalkavukların çok olduğu bir dönemde, Erzurum’a yeni gelecek valiyi karşılamak için bir grup Ilıca’ya giderler. Grubun içerisindeki yalaka takımı, karşılamanın Aşkale’de yapılmasının daha uygun olacağını söyleyerek, karşılama ekibini Aşkale’ye götürürler. Burada beklerlerken, dalkavuklar: “Acaba yeni valimize ayıp olmasın, isterseniz karşılamayı Tercan’da yapalım” diye söylenmeye başlarlar. Bu çirkin yaklaşımdan oldukça rahatsızlık duyan karakter sahibi bir dadaşın; “Sürün arabaları, nasıl olsa riyakârlıkta menzil yoktur” şeklindeki hitabı ile etrafındakilere oldukça anlamlı bir ders verdiği anlatılır. Gerçekten de tarihsel süreç içerisindeki örneklere bakılırsa, dalkavuklukta ve riyakârlıkta bir hududun olmadığı anlaşılmaktadır. Behçet Kemal’in Süleyman Çelebi’nin Mevlidi’ni Atatürk’e uyarlaması, Edip Ayel’in “Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doğdun / Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun.”, Kemalettin Kamu’nun “Kâbe Arap’ın olsun / Çankaya bize yeter.” mısraları, dalkavukluğun en iğrenç örnekleri olarak bilinirken, TBMM’de kavgaya neden olan, Başbakan’a peygamber yakıştırması sözü de bu kepazeliğin yeni bir ürünü olarak, ekranlardan hafızalara yansımış oldu. Bu olay bize; haddi aşan dalkavukluk göstergelerinin, padişahlık dönemlerinde veya Cumhuriyet’in ilk yıllarında kalmadığını bir kez daha gösterirken, Montesgieu’nun “Dalkavukluk, devlet adamlarının çevresini sarmış bir çemberdir” sözünü de yeniden hatırlatmış oldu. |