Menu


Hava Durumu



   Haftalık Yazılar

Erzurum, Kültür ve Spor

Erzurum, son yıllarda hem kültürel anlamda, hem de ticari anlamda çok şeyler kaybetti. Milli gelirden aldığı pay, her geçen gün düştü. Şehrimiz, eski yıllardaki imkânsızlıklara rağmen birçok kültürel faaliyete imza atmıştı. Fakat son yıllarda bu kültürel hareketliliğin yerini tam bir atalet aldı. Kahvehaneler dolup taştı. Gençler, hiçbir kültürel aktiviteye katılmaz, dergi, kitap okumaz, hale geldi. Bir zamanlar Erzurum, sanatçı yetiştiren bir kent iken, bahsettiğim yıllarda Türk halk müziğine de, Türk sanat müziğine de ilgi azaldı. Hele en önemlisi bu şehrin dillere destan erkek ve kadın barlarına bile rağbet eden olmaz oldu.

Erzurumun yeni simgeleri

Fakat bu son günlerde yapılan üniversitelerarası spor müsabakaları dolayısıyla kentimizde kültür ve sanat adına bir hareketlilik yaşandı. İnsanımızda hissedilir bir canlanma görüldü. Şehrimizde hat, resim, fotoğraf sergileri açıldı ve bu sergiler umulanın üstünde seyirci buldu. Şehrimizi tanıtıcı kitaplar yayınlandı. Erzurum kültürünü anlatan kültürel programlar düzenlendi.

Bu sergiler arasında, birçoğu Erzurum dışında yaşayan Erzurumlu sanatçıların açmış olduğu ‘Kadim Şehrin Sanatkârları’ isimli hat, ebru ve tezhip sergisi dikkat çekiciydi. Bu karma sergiyi hayranlıkla gezdim. Elimin yatkınlığına ve sanata olan ilgime rağmen ‘neden ben de bu sanatkârlardan biri olmadım’ diye kendi kendime hayıflandım. Fakat sergide, ‘bu şehirde sanatçı yetişmez’ sözüne inat, Erzurum’da yaşayan, Erzurum’u terk etmemiş olanların da eserleri vardı. Hem de bu şehirde yaşayan ve bu sanatları burada öğrenen bu sanatkârlar, harikulade eserler üretmişlerdi. Bırakın hat sanatının aharlanmış kâğıt üzerine yazılmış olan şaheserlerini, seramik üzerinde icra edilmiş eserleri bile bu sergide görebildik. Seramik üzerine işlenmiş hat, nakış ve kabartma resimler gördüm. Demek ki Erzurum’da hattat da nakkaş da müzehhip de ebru sanatkârı da yetişebiliyormuş.

Yine bu sergiyle beraber aynı saatlerde Hicaz demiryollarının 100. yılı nedeniyle bir fotoğraf sergisi açıldı ve bu da görülmeye değerdi. Bu kısa zaman dilimine sıkıştırılmış programlardan biri de Er-Vak’ın Üniversiade 2011 Koordinatörlüğü’nün katkılarıyla düzenlediği ‘Erzurum Çarşı Pazar’ adlı programıydı ki burada da yine Erzurum’un yetiştirdiği genç ses ve saz sanatkârlarını, kabiliyetli tiyatrocularımızı seyretme olanağı bulduk.

Bu programda hem eğlendik, hem de aynı zamanda Erzurum’a dair birçok şeyler öğrendik. Beş güne yayılan bu özel programlarda Erzurum şehir kültürüne vâkıf çok önemli şahsiyetler konuk edildi ve bu etkinliklere katılan herkes, ya unuttuklarını hatırladı ya da bilmediği birçok şeyi öğrendi.

Türküler, sadece eğlenmek ve dinlenmek için dinlenmemelidir. Her türkünün içinde sosyal hayatın yansımaları; bireysel yaşantıların duyguları, düşünceleri, hatıraları; ait olduğu yörenin gelenek ve görenekleri, kısaca bütün bir hayat ince nakışlar gibi işlenmiştir. Onun için türkülerimizi dinlerken, onların barındırdığı kültürel zenginliğimizi göz ardı etmeden dinlememiz gerekmektedir. İşte ‘Sarı Gelin’ türküsünde ‘Erzurum, çarşı pazar’ denilerek Erzurum’un çok eski zamanlarda da önemli bir iş merkezi olduğuna vurgu yapılmaktadır. Bu beş ayrı programın her birinde Erzurum’un geçmişteki güzel günlerini hatıralarda kaldığı kadarıyla dinleme fırsatı bulduk.

12 Mart 1918 günü Erzurum’umuzu Ermeni zulmünden kurtaran şanlı ordumuzun mensupları arasında bulunan teğmen Ahmet Somunoğlu’nun kızı Hatice Somunoğlu Hanımefendi’yi görme ve tanıma fırsatı bulduk. İlerlemiş yaşına rağmen programa katılan bu saygıdeğer hanımefendi konuşmasıyla, duruşuyla, tavrıyla Erzurum’un geçmişte nasıl ileri düzeyde bir kültüre sahip olduğunu herkese gösterdi. Erzurumlu genç kızlarımızın ve hanımlarımızın tam anlamıyla bir timsali idi. Hatice Hanım, Erzurum’dan hiç ayrılmadığını, ayrılmayacağını belirtti ve gidenlere de “Erzurum’a dönün!” çağrısı yaptı. Kendisine Allah’tan sağlıklı uzun bir ömür vermesini temenni ediyorum.

Yine öğrendik ki eski yıllarda bu şehirde yaşayan herkeste bir sanatçı ruhu varmış. O zamanki gençlerin çoğu, bar tutmayı bilirmiş, türkü söylemeyi, hatta derlemeyi bilirlermiş. İşte size Hulusi Seven, işte size Fethi Resuloğlu. Yaz aylarında köy hayatı yaşayan Fethi Bey, bir köyde dinlediği “liverimin kaytanı, sen geldin aban hani” türküsünü dinleyerek derlemiş ve Ankara’ya gidip bunu Muzaffer Sarısözen’e okuyup, notaya aktarılmasını sağlamış.

Beş program boyunca sayısız Erzurum türküsü dinledik. İçlerinde ilk kez duyduklarım bile vardı. Demek ki Erzurum’un taşında toprağında sanatkâr yetiştirme niteliği var ki bu kadar çok türkü dağarcığına sahibiz. Öyle zannediyorum ki böyle yirmi, otuz program bile yapılsa türkülerimizin biteceği yoktu. Yine bir başka dikkatimi çeken husus, beş programa katılan konukların hepsinin de anlatma yeteneğinin üst düzeyde olmasıydı. Adeta retorik sanatından örnekler gibiydi. Bir başka dikkat çeken şey de hepsinin bar tutmayı bilmesiydi. Erzurumluluğun, yani Dadaşlığın gurur vesilesi olduğunu zaten yaşayarak biliyordum ama bunu bir de önce Rasim Cinisli’nin kendi hayatından aktardığı bir hatıradan, sonra da Erdal Güzel’in anlattığı başka bir hatıradan işitmem daha bir onur verdi bana. Rasim Cinisli’nin hatırasından daha önce bahsetmiştim. Şimdi Erdal Güzel’in aktardığı hatıradan kısaca söz edeceğim. Ragıp Gümüşpala, Erzurum’daki görev süresinin sona ermesi dolayısıyla onuruna düzenlenen gecede hançer barını izlerken Dadaşlardan birinin hançeri diğerinin yüzüne temas ederek kanatmış. Ragıp Paşa, cebinden beyaz mendilini çıkarıp yaralanan Dadaş’ın yüzündeki kanı silmiş. Beyaz mendile kan değince, şanlı bayrağımızın rengi ortaya çıkmış ve Ragıp Paşa, teşekkür konuşması sırasında mendiline bakıp da gözleri dolu dolu olarak Erzurum ağzıyla “anama kahredirem ki beni niye Dadaş doğurmadı!” demiş. Bunu duymak bana tarif edilmez büyük bir şeref ve bahtiyarlık hissettirdi.

“Erzurum Çarşı Pazar” programlarının sonuncusunda ise Erzurum’un eski ve başarılı sporcularından biri olan Zühtü Akbaba şeref konuğuydu. Zühtü Akbaba, Erzurum kültüründe sporun nasıl önemli bir yeri olduğunu anlattı ki şimdi baktığımız zaman Erzurum’un nerelerden nerelere gerilemiş olduğu açık bir şekilde ortaya çıktı. Erzurum’da 1940’lı yıllardan itibaren her dalda spor yapılmış ve başarılar elde edilmiş. Her şeyden önce ilk ve orta dereceli okullarda sporun önemine inanılıyormuş ve sporcu gençler ortaokul ve liselerden çıkıp yetiştiriliyormuş. “Ağaç yaşken eğilir” atasözümüz boşuna söylenmemiş. Kendi çocukluk yıllarımı hatırladım. 1968’de ilkokula başlamıştım ve okulumuzda atletizm seçmeleri yapılırdı. Beden Terbiyesi spor salonunda gider çalışırdık.

Zühtü Amca, kayak, futbol, boks gibi sporlarla ilgilenmiş. 57 kiloda üç kez bölge birinciliği yaşamış ve Erzurum’dan boks milli takımına çağrılan ilk sporcu olmuş. Sonra kolu kırıldığı için boks yapamamış ama bokstan hiç kopmamış, genç boksörlerin yetişmesine yardımcı olmuş. Erzurum’un kendi kayağını kendisi yapan kayakçılarından biri olan Zühtü Amca, bir süre önce yaptığımız bir telefon görüşmesi sırasında bana anlattığı bu konuyu, “Erzurum Çarşı Pazar”da da anlattı. Erzurum Halkevi’ne gönderilen kayaklar, Erzurumlu gençlere dağıtılıyormuş. Bir arkadaşıyla beraber birkaç gün sabah erkenden Halkevi’nin önüne gidip kayak almak için çabalamışlarsa da bir türlü alamamışlar. Erzurum’da bulunan memur ve bürokratların çocukları kayak alabiliyor ama Erzurumlu Zühtü Akbaba ve arkadaşı alamıyor. Yine kayak alamadığı bir gün Halkevi’nin önünde Sıtkı Dursunoğlu ile karşılaşıyorlar ve karşısına çıkıp “amca bunlar yabancılara kayak veriyor ama bize vermiyorlar” diye serzenişte bulunuyor. O da görevlilere “bu gençlere kayak verin!” diye talimat veriyor ama heyhat, ertesi gün yine kayak verilmiyor. Bunun üzerine arkadaşıyla birlikte askeriyeden, artık kullanılmayan ve bağlamaları bulunmayan eski tahta kayaklardan bir çift rica edip alıyorlar ve gidip nalburdan bir çift de kapı yayı alarak bu yaylardan bağlama yapıyorlar ve Topdağı’nın eteklerinde kaymaya başlıyorlar.

Zühtü Amca, aynı zamanda bir zamanların efsane takımı olan Erzurumspor’un da kurucuları arasında yer almış. 1945-46 yıllarında Sebahattin Solakoğlu ile İhsan Yavuzer, askeriyenin bünyesinde bulunan ve o zamanki adı ‘İşocağı’ olan, halk arasında ise, ‘Ağır Bakım’ ya da ‘silah fabrikası’ diye bilinen ve Erzurum’un kültürel hayatını şekillendiren bu resmi çalışma yerinde “Erzurum Gücü” adıyla bir kulüp kurmuşlar. Bunları Demirspor, Dağcılık, Palandöken, 12 Mart, Doğuspor gibi kulüpler takip etmiş. Nihayet olgunlaşan futbol düşüncesiyle Erzurumspor kurulmuş. 1968 yılında faaliyet göstermeye başlayan bu takımın kurucularından biri de Zühtü Akbaba’dır. Ne zorluklarla bu takımın kurulduğunu anlattı. Beş parasız bir şekilde kurulan bu takım, 1973-74 sezonunda namağlup olarak ikinci lige yükseldiğinde Erzurum’da nasıl bir bayram havası oluştuğunu çok iyi hatırlıyorum. Geç de olsa (1997-98 sezonu) Türkiye Birinci Futbol Ligi’ne yükseldiğinde de aynı bayramı yaşamıştık. Ama ne yazık ki liglerde bu büyük şehrin artık bir futbol takımı yok.

Zühtü Akbaba, sadece sporla fiilen ilgilenmekle kalmamış. İstanbul’da Cahit Solakoğlu’yu ikna ederek, bugüne kadar biriktirdiği sporla ilgili arşivinden bir spor kitabı yazmaya karar vermişler ve bu iki genç ruhlu adam, “Erzurum’da Spor” adıyla bir de kitap çıkarmışlar. Kendilerine Erzurum’un kültürel hayatlarına katkılarından dolayı Erzurum adına teşekkür ediyorum. “Erzurum Çarşı Pazar” programlarında türkülerin tadına doyum olmadı. Türkülerle başlayıp türkülerle sona erdi. Her türkünün bir hikayesi vardır gerçeğinden hareket eden Erdal Güzel’in yol göstermeleriyle Mehmet Çalmaşur’dan dinlediğimiz “Suda balık yan gider” türküsüyle bu güzel program sona erdi. Ama bir gerçek su yüzüne çıktı ki bu türden programlar, sürekli hale gelmeli ve Erzurum’un kültür ve sanatının tanıtımına ön ayak olmalı.

Bu dileğimizin gerçekleşmesi umuduyla

Ömer ÖZDEN

 


Erzurum Kalkınma Vakfı (ER-VAK)
Adres : Cumhuriyet Caddesi Kızılay İş Merkezi Kat 3 / 2 YAKUTİYE ERZURUM Telefon : (0442) 233 38 20
Tasarım : www.e-erzurum.net