Bir tarafta hain emelleri, kanlı elleriyle Ermeni haydutları, diğer tarafında masum kanları, mazlum… Erzurum’un zencir bend (zincirle bağlı) halkı. Birinin kızıl hançeri, diğerinin zayıf ve mazlum boynunda, diğerinin seday-ı iştikası (yana yakıla şikâyet sesleri) yalnız Allah’ın arşında… kahbe ve katil kâbus memleketi sarmış, sana tarihin insan kellesinden kaleler yapmayı şeref sayan sayfalarına nazireler yapılıyor… Dudaklarda yalan ve riya, ellerinde süngü ve bomba… Bir tek Türk ve Müslüman bırakmamağa yemin eden haydutlar, silahsız, müdafaasız buldukları bir halk üzerinde en şenii, en vahşi emellerini tatminden zevk alıyorlar. Sinelere düşen süngüler; içinde Türk ve Müslüman yanan ocakların alevleriyle parlıyor her bucakta kan ve ölüm… Her ocakta ateş ve zulüm! Oğlunu müdafaa eden babaların ak saçları yolunuyor, beşiklerin gıcırtısı havaran (yardım) sedaları arasında susturuluyor. Nankör ve kahpe millet kursağında taşıdığı nimetin şükranını, Türkün bu öz vatanını bir harabe, Türkün bu asil ve fedakâr çocuklarını birer toprak yığını yapmakla ödemek istiyor. Zavallı Erzurum; ölüm ve zulüm mengeneleri altında kalmıştır. Her gün yüzlerce aile yeni bir mateme giriyor, her gün güneş; gecelerin katı karanlığında boğulmuş, kesilmiş, yakılmış yeni bir Türk kafilesinin mazlum naaşları üstüne doğuyor. İşte tam böyle ümitlerin kesildiği, Ermeni haydutları elinde beş bin senelik bir tarihin kahraman çocukları ezildiği bir demde, necat ve halas taşıyan bir kafile yetişmişti. Bu kafile Türkün kahraman ve fedakâr ordusu idi. Yaralara merhem, gönüllere teselli taşırken dünkü fecaatin hain ve korkak oyuncularına da Hakkın kudretli intikamını gösteriyordu. Yangınlardan, baltalardan arta kalmış bir halk o gün yüreklerinin en mukaddes bir noktasında samimi bir heyecan duydular. Bu heyecan halaskar orduya karşı ebedi minnet ve şükran hisleri idi. Her kalp bu hissi mezara kadar taşımağa ahdetti. İşte o kızıl kâbustan kurtulduğu günün üçüncü sene-i devriyesini yaşayanlar, bugün size o minnet hislerinin ebediyetini arz etmek istiyorlar. Varolsun dünün halaskar ordusu ve onun kahraman kumandanı… Mütekabil böyle günlerin küçük hatibesi MELİHA HANIM kürsüye çıktı ve şu küçücük nutkuyla hisleri açıklayarak gözleri bulutladı: MELİHA HANIMIN NUTKU “Bugün yavruları babasız, anaları yavrusuz bırakan cellâtların Erzurum’umuzdan ayrıldığının ikinci senesi imiş? Onun için her ocakta matem, her gözde yaş, her kalpte intikam var. Babamın etmeğiyle(ekmeğiyle) doyan nankörler, yüreklerinden Allah ve vicdan korkusunu kovarak evler yakarken, içinde binlerce Müslüman ve Türk boğmuşlar. İhtiyar nenemden sordum: _ Ya sen o cellâtların elinden nasıl kurtuldun? Cevap verirken gözlerinden yaşlar parlıyordu: — Bizi ordu kurtardı... Ve sonra alnını seccadesine, gönlünü Allah’ına vererek size çok dualar etti. Ben de huzurunuza küçük kalbimle büyük teşekkürlerimi sunmaya geldim. Bundan sonra yine “Albayrak Gazetesi” talebelerinden BELKIS HANIM gür ve coşkun sesiyle “ Türk kızı diyor ki” unvanlı şiirini okuyarak, mevkiini ordunun muhterem kumandanına, memleketin mert ve necip oğluna terk etti: Yaşa, saadet amilinin (mutluluğun sebebi) ittifak, felaket müsebbibinin nifak olduğunu, ilim ve irfan taşıyanların ardından giden milletlerin mesut yaşamağa hak kazandıklarını, her bulutlu günün arkasında ebedi bir güneşin lemaları (parıltıları) bulunduğunu anlatan beliğ nutkuna, karanın (okuyanın) “Mücrimlerin akıbetine intizar et!/Günahkârların sonuna bak!” müteali(yüce), muciz ve celil bir ayetiyle hitam (son) verdiler. Edilen duayı müteakip GÜRBÜZLER MEKTEBİ talebesinden birkaç efendi Erzurum’un milli ve mahalli rakselerinden bir kaçını oynamış, hele “hançer barı” namıyla zarif raksede (oyun) pek güzel muvaffak olmuşlardır. Birkaç delikanlı tarafından oynanan diğer barlarda, raksın cidden vücudun bir hareket-i şuur iyesi olduğunu anlamıştır. Bundan sonra istirahat salonuna geçilerek sigara ve şeker ikram edilmiş ve bade(sonra) belediyenin tertip ettiği programa, dairesinde şüheda makberleri ve içinde yüzlerce masumun yandığı harabeler ziyarete başlanmıştır.
Kafile şehrin işlek ve umumi caddelerinden geçerek, ilk “Yiğit Uyutmaz Hanı” önüne gitmiş ve orada “Albayrak Mektebi” muallimlerinden Raci Efendi zirde (aşağıdaki) sureti münderiç nutkunu irad etmiştir. RACİ EFENDİNİN NUTKU “Efendiler! Görüyorsunuz ki dünyada her şey ölüyor, her şey mahvoluyor. Fakat tarih; tarihin şanlı ve parlak sayfalarıyla, kanlı ve meşum(uğursuz) yaprakları katiyen ölmüyor. Evet, tarih; bize mazinin sayfaları içinde sakladığı tatlı hatıraları naklediyor. Çok vakitlerde de yaprakları arasındaki kanlı ve korkunç levhalarını göstermekten geri durmuyor. Efendiler! Biliyorsunuz ki bugün tevkif (durduğumuz) ettiğimiz şu yer, bundan birkaç sene evvelîsine gelinceye kadar Erzurum’umuzun en güzel ve en şerefli bir mevkii idi. Biz bu âli ve muhteşem mevkii kendi ırk ve dindaşlarımızdan bile kıskanarak, bir avuç kahpe ve nankör Ermeni’nin refah ve saadetine bahşetmiştik. Biz bunları en mutena ve en şerefli mevkiimizde Türklüğün ırkına has olan büyük bir şefkatle rahat rahat beslediğimiz halde onlar, o nankör Ermeniler, kendi mayaları iktizası olarak giderken burasını bize meydan-ı siyaset olarak bıraktılar. Evet; işte o vahşiler bugün gördüğümüz şu her tarafı yangın yeri ve her bucağı bir kan çukuru olan şu harabeleri bize ..(okunamadı)…,zavallı Erzurumlulara bir sayfayı ibret olarak terk eylediler. Efendiler! İşte bu yer o yerdir ki: Babalarımız, kardeşlerimiz; hanelerinden, validelerimiz, hemşirelerimiz; evlatlarından, yavrucuklarımız; beşiklerinden ayrılarak, burada, bu meydan-ı fecaatte o vahşi, o kahpe Ermenilerin baltaları, satırları, süngüler altında parçalanmıştır. İşte bu yer o yerdir ki: Erkek, kadın, gelin, kız, çocuk yüzlerce Müslüman’ın ah ve iniltileri buradan semaya yükselmiş, buradan arş titremiş, buradan ruh-i peygamberiyi cerihadar (yaralı) etmiştir. Efendiler! Bir kere başımızı sağımıza çevirelim, bakınız ne göreceğiz? Bir meydan-ı Kerbela! Evet; solumuza dönelim, bakınız ne seyredeceğiz: Evet; bir meşhed-i Hüseyin (şehit Hüseyin’in gömüldüğü yer) değil mi? Ey hemşerilerim! Rica ederim, şuracıktan bir taş kaldırınız, şu tümsekleri biraz kazınız bakınız, karşımıza ne çıkacak? Mutlaka bir erkek kafası, bir kadın memesi, bir çocuk gövdesi... İşte o kafa, o meme, o gövde, benim babam, senin validen, o birinin yavrucuğudur. Bir kere mülahaza edelim, bir kere düşünelim. Bize bundan iki sene evvel yine bugün ve bu yerde, bu şen’i ve kanlı levhaları gösteren ve tarihin şimdiye kadar kaydetmediği mezalim ve fecayi (belaları) bize, biz Müslümanlara reva gören Ermeniler kaç tane idi? Evet bunlar pek az idi. Fakat onları, o günkü emellerine ve senelerden beri kalplerinde besledikleri, ruhlarında sakladıkları arzularına muvafık eden ne idi? Milli birlik, milli ittifak, hissi intikam değil miydi? İşte o ittifak, o ittihat nasıl onları emellerine, arzularına muvafık etti ise; bizde onun aksine olarak yine o ittifaksızlık, o idraksizlik ellerimizi, kollarımızı bağlayarak, kurbanlık koyunlar gibi dört buçuk Ermeni’nin önüne katıp, burada bulunduğumuz yerde boğazlattırmadı mı?
Ey Erzurumlular! Eğer biz bundan ve bu kanlı, korkunç, iğrenç levhaları gördükten sonra, yine eski uykumuza dalar, eski idraksizliğimize devam edecek olursak; emin olunuz ki iki sene evvel burada analarımızı, babalarımızı, evlatlarımızı, baltalarla, satırlarla parçalayan o Ermeniler ve vahşiler, çok uzağa gitmemişlerdir. Ve pek yakın bir zamanda yine onları, yine o yağlı ve kanları kurumayan baltaları başımız ucunda göreceğiz. Efendiler! Bugün bizim için bir çare-i halas (kurtuluş çaresi) var ise, o da her vakit her saat bize yapılan zulüm ve şenaatleri hatırlayarak, aramızda her türlü dedikoduları ve manasız tefrikaları kaldırarak ittifak etmek ve birleşmemiz olacaktır. Evet; bugün bizim için bir kurtuluş yolu var ise, o da bizden sonra gelecek evlatlarımızı bu kanlı hatıralardan, bu şeni levhalardan haberdar etmek ve onları da bir hissi intikam ve birlik mefkûresiyle büyütmemiz olacaktır. Çünkü “İstikbale müttehit (bir ve beraberlikte) olup unutkan olmayan milletler gider.” Buradan ayrılan ahali Derviş Ağa mahallesindeki Ezirmikli Osman Ağanın evi önüne gelmiştir. İstila anında Taşnak Komitesi reisinin karargâhı olan bu yer, Ermeni katillerinin en vahşi hareketlerine sahne olmuş bir harabedir. Erzurum’dan firar edecekleri gece, elleri bağlı masumları burada yakmışlardır. Bu maktel(katledilen yerin) önüne gelindiği zaman kafile matemzede bir kalp gibi çarpıyordu. Gözleri yaşarmayan, dişleri gıcırdamayan hemen bir fert yok gibiydi. Herkes onun hayal-i feci ile soluyordu. Bu sırada melül ve müteessir bir ses yüreklerin hicranlı membaına dokundu. Bu “Albayrak Mektebi” devre-i âliye birinci sene talebesinden Enis Turgut Efendinindi. Şu nutku okuyordu.
ENİS TURGUT EFENDİNİN NUTKU “Kafilemizin hürmetle önünde durduğu bu yer, beş kanlı senenin yıldırmaları arasında kahpe bir milletin bize hediye-i cinayetidir. En vahşi devirlerin bile eşini gösteremediği bir cinayet burada Türk’e reva görülmüş. Rusluk kartalının kanatları altında memlekete süzülen hain ve nankör bir millet, burada veli nimeti kesmiş, elleri bağlı masumları burada yakmış, burada yıkmıştır. Türkün mihrap vicdani olan bu şehitler makberesi, şüphesiz yirminci asır medeniyet pişdarlarına (önde gidenlerine )da birer damgay-ı siyah ve hicaptır. Çünkü onlar bakarken o facia oynandı. Onlar susarken Ermeni haydutları Erzurum’u Türk’e bir mezbaha yaptı. Zira bu onlarca matluptu (istenendi) onlar bunu, arzın bu asil çocuğunun ölmesini, fazilet ve ulviyetin bu mert timsalinin devrilmesini istiyordular. Bir zamanlar himaye-i hayvanat cemiyeti yapmak gibi ruhunda bir şefkat bipayan(sonsuz) duyan asrı medeniyet, o zaman bu insan mezbahasını nere gömdü. Seyreder gibi müstehzi tebessümlerle temaşa ediyordu. Ne kesilmiş başların manzara-i vahşeti, ne yanan binlerce insanın bu dehşeti(önünde) onları insani müdahaleye sevk etmiyordu. Nitekim bu günde Ermeniliğe mazlum, Türklüğe zalim sıfatını vermekte hiçbir mahsur görmüyor. Mağdur Türkün ebedi vatanında dün yanan ocakların bu günkü turab-ı mahruki (yanmış toprak) üzerinde Ermeniliğe bir taht ve taç hazırlamak istiyorlar. Yani bununla Erzurum’un ufkunda yeni bir kan ve ateş yıldırımını tutuşturmak istiyorlar. Fakat zannetmiyorlar mı ki; artık binlerce mazlum mezarını taşıyan bir yurdu dünkü facianın aktörlerine terk edecek bir Türk yoktur. Karşısına dünyanın bütün mütehakkim(zorba) süngüleri çıksa bile artık oğlunun naş-ı masumu üzerinde bir Ermeni haydudunun tekrar havra tepesine, şehitler makberesinde kurulacak yeni bir işret meclisinde kızının sakiyelik ( şarap sunan) ettirilmesine boyun eğecek bir Türk babası yoktur. Kim hangi kuvvet? Ömrünün son günlerini yavrusunun mezarı önünde geçirmekle teselli bulan ihtiyar bir nineyi buradan sökebilir; kim, hangi kızıl pençe burada doğmuş, burada büyümüş, burada son matemin acılarını hissetmiş olan bir halkı, içinde kiminin babası, kiminin kardeşi, kiminin nişanlısı yanan bu şehitler makberesinin (mezarının) topraklarından ayırabilir? Evet, belki bir şey, yani Türksüz bir Erzurum, son damla kanını akıtmış bir memleket eğer arzın şu mazlum köşesinde yeni bir kan selini daha açmak ve bunun üzerinde yeni bir taht kurmak istiyorlarsa pekâlâ bu cinayeti de işlemekten çekinmesinler. Fakat bu oyunda en evvel kendi yüreklerinde bükülecek matem akidelerine inanmalıdırlar. İşte bu yurdun matemzede yavrularından birisiyim. Gönlümde dünkü yaranın alevli sızlayışlarıdır. Başları balta ile ezilmiş şu şehit ruhlarının ulvi sükûtu önünde ahdediyorum. Memleketin haremi ismetine uzanacak bir süngü ilk şu bahar hayatı yaşayan göksüme dolmadan yuvalara dayanırsa Allah’ın sesi, tarihin sinesi beni telin etsin. Lillahil Fatiha.” Bade (sonra) merasime hitam verilmiş, dün sinesi Ermeni vahşetine medfun, bugünden de galip devletlerin gayrı tabii, gayrı hukuki müdahaleleriyle Ermeni ihtirasatına sahne edilmek istenilen Erzurum’un büyük ve mert ruhunda şu coşkun hissin kanatları çarptı: Dünkü katil, bugünün himaye edilen millete nefret, nefret, nefret.” [1]
Gazetenin törende yapılan nutuklarından da anlıyoruz ki; Ermenilerin yaptığı bu büyük zulüm ve ihanet kabul edilebilir gibi değildi. İngiliz, Fransız, Rus, İtalya gibi batılı emperyalist ülkelerle cephede savaşırken, kendi ülkesinin vatandaşlarının yani Ermenilerin, ülkenin yıkılmasına yardım etmeleri ve ardından da bu zulümleri yapmaları anlaşılır değildi. Kazım Kara Bekir Paşa biz üç düşmanla savaşıyorduk: açlık, Ermeniler ve kış mevsimi. [2] Biz bu düşmana tifüs, kolera gibi hastalıkları ve eşkıyayı da katabiliriz. Cevat Dursunoğlu Milli Mücadele’de Erzurum adlı eserinde Erzurum’da Durum adlı başlık altında şöyle diyordu: ‘Çocukluğumun en mesut günlerini geçirdiğim ve 1915–1916 kışında tabyalarında dövüştüğüm Erzurum şehri bir enkaz yığını olmuştu. Savaştan önce 80.000 bin nüfusu oldukça refahla besleyen, çarşılarında, pazarlarında kalabalıktan geçilmeyen bu gösterişli sınır kentinden kocaman bir köy harabesi ortada kalmıştı. Savaş yıllarında on binlerce insan tifüsten ve çeşitli bulaşıcı hastalıklardan ölmüş, istila öncesinde eli ayağı tutanlar muhacir olmuş, 10.000 kadar hemşeriyi de Ermeniler çekilirken öldürmüşlerdi. Şehirde kılıç artığı olarak üç, dört bin kişi kalmıştı. Bir bu kadar da köylerden buraya göç etmişlerdi. Bu yüzden şehir köyleşmişti. Ölümden kurtulan hemşerilerle muhacirlikten dönenler yangınlardan ve patlayan cephaneliklerin depremlerinden arta kalan eski refahlı evlerinin harabelerinde birer ikişer oda tamir ederek içine sığınmışlar, geri kalan enkazı yakarak kışı geçirmeye uğraşıyorlardı. Dış görünüş umut verici gibi değildi.” [3] İşte yukarıda anlatılan şartlar altında kurtuluş günü kutlanıyordu. Savaş; iktisadi, kültürel, psikolojik kaybın yanında en değerli varlık insan ve onun yılların birikimiyle elde ettiği maddi ve insani üst değerleri de kaybettiriyordu. Savaş cephede kazanılmasıyla bitmiyordu. Sanki insan yeniden cennetten çıkarılıp, kovulmuşçasına dünyanın imarına yeniden başlıyordu. Erzurum Ermeni çeteleri, Rus ordusu, salgın hastalıklar, kıtlıktan doğan açlık ve göçler yüzünden 400.000 bin nüfus kaybetmişti. Kent merkezi savaşla kent birikimini yitirmişti. Hala Erzurum bu birikimini tamamlamış değildir. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal’in ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesini ve vatanın top yekûn sathı müdafaayla kurtuluş anlayışını içerisinde en iyi hisseden işgal bölgeleri ve özellikle Erzurum Vilayeti olmuştur. Erzurum’un kurtuluştan bu tarafa ülkemizin iç barışına ve bağımsızlığına katkısı bu tarihi tecrübenin sonucudur. Erzurum halkı, dost ve düşmanı bunun yanında ihaneti de görmüş ve yaşamıştır.
Yayılmacı ve sömürgeci ülkelerin kullandıkları ve geliştirdikleri metotları bilmeden yapılan mücadele sonuç vermemektedir. O gün için ileri görüşlü Ermeni aydınları yayılmacı devletlerin oyununa gelmeselerdi, bugün bu acı ve elemli günleri konuşmayacaktık. Ama ne yazık ki geçmişte olduğu gibi, bugün de, başka başka isimler altında ülkemiz üzerinde oyunlar oynanmaya devam etmektedir.
Emperyalist ülkeler, geliştirdikleri doğa bilimleri yöntemi sayesinde tabiata egemen olarak; aşılmaz dağları, ulaşılmaz yerleri karadan, denizden ve havadan işgal ettiler. Yeni kıtalar keşfettiler. Tabiata hükmetmenin güvenini kazandılar. Kullanabildikleri tüm silahları icat ederek kendilerini güvende hissettiler. Dünya gezegeninin tüm nimetlerini kendilerine hizmet eden ve yararlandıkları bir meta aracı olarak gördüler.
Ancak her gittikleri, işgal ettikleri yerleri silahlı çarpışmalarla elde etmenin bedelinin ağır olduğunu gördüler. Sonra şu temel soruyu sordular: “Doğa bilimlerinin yasaları gibi, insan (toplum) yani beşeri bilimlerin de yasaları var mıdır?” İşte Batılı emperyalist ülkeler, doğa bilimlerinden sonra beşeri bilimlere yöneldiler. Zira dünya gezegenine egemen olmak iki yolla mümkündü; doğa ve beşeri bilimlerle.
Beşeri bilimler şu soruyu sordurdu:”İnsan, toplum, ekonomi, hukuk, tarih, kültür, devlet vs nedir?” İnsan tanınmalıdır ki kolay yönetilsin ve Batı emperyalizmine boyun eğsin. İnsanı tanımak ise, onun hem fiziki, hem ruhi, hem tarihi ve hem de kültürünü tanımakla mümkündü. İşte Batı, insanın tarihini, kültürünü tanıyınca,“Böl, parçala, düşmanlık aşıla, kendi bağımlı kıl ve yönet” ilkesini temel ilke kabul etti.
Son iki yüzyıl boyunca Batılıların, Türk Tarihinin her safhasını incelemelerinin belki de en temel gerekçesi; saf bilim yapma merakından daha çok, bilinçaltında gizledikleri hükmetme duygusuydu. Sonra görüyoruz ki ülkemizi işgal eden büyük devletler bize (İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Ruslar. v.s), birer düşman olarak değil, vicdanlarına sığınıldığında kendilerinin adaletli oldukları düşüncesini dayatmaktaydılar. Emperyalist ülkelerin sömürü ağına düşmemiş pek az ülke vardır. Bunun en acı tecrübesini biz yaşadık. İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi sömürge ağına düşmüş tüm milletleri özellikle de Müslüman ülkelerin bağımsızlık umudunu yitirmesine neden olmuştur. Yüce Türk milletinin kazandığı milli mücadele destanı ve tam bağımsızlık savaşı, umutlarını yitiren milletlere umut ışığı olmuştur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ülkelerin kurtuluşu, hem doğa, hem de beşeri bilimlerin yardımıyla olmalıdır. Biz yanı başımızdaki devletlerin gerçekleştirdikleri ihtilallerini yakinen takip edememiş, çoğunlukla hazırlıksız yakalanmışızdır. Özellikle Osmanlı aydını, dünyayı Fransız ihtilalinin sonuçlarına bakarak dünyayı - ki tam olarak anladığını da söylemekte zorlanıyoruz- görmeyi yeterli saymıştır.
Onun içindir ki, Türkiye’nin her bakımdan (iktisadi, siyasi, kültürel ve diğer..) bağımsızlığını devam ettirebilmesi için, kendi tarihini çok iyi bilmesinin yanında, olabildiğince insanlık tarihini de bilmesi gerekir. Erzurum’un doksan dördüncü kurtuluş yılını kutladığımız bu günlerde, Albayrak Gazetesinin başlığında belirttiği gibi; kurtuluş günümüz, hem neşemizin ve hem de matemimizin sebebiydi. Zübeyr SALTUKLU
Erzurum Kalkınma Vakfı (ER-VAK) Adres : Cumhuriyet Caddesi Kızılay İş Merkezi Kat 3 / 2 YAKUTİYE ERZURUM
Telefon : (0442) 233 38 20 Tasarım : www.e-erzurum.net