Yazı kışı dolu dolu yaşadığımız bu sokakta o kadar mutluyduk ki kardeşim Uğur’un dünyaya gelmesiyle sevincimiz bir kat daha artmıştı. 1960 İhtilalı’nın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra doğmuştu kardeşim, evimize uğur getirsin diye anam ve babam ismini Uğur koymuşlardı. Erzurum’un ünlü meçhullerinden Hak aşığı rahmetli Sedye ablamızda ismini dini ihya eden manasına gelen Muhittin olarak koymuştu, derken ben ve ağabeyimde olduğu gibi kardeşimde çift isimli olarak dünyaya merhaba demişti. Sedye abla; Erzurumlu birkaç aile tarafından bilinen, bade içmiş Hak âşıklarından biriydi, dünyaya karışmamıştı. Çok tesirli bakışları ve ruh derinliğini ifade eden yüz hatları ve düşünceli hali ile görenin anında saygı duyabileceği esrarlı bir kişilikti. Normal günlerde diğer insanlar gibi sohbet eder konuşurdu, yalnız dalıp kendinden geçtikten sonra saatlerce Yunus gibi şiir söylerdi. Okuma yazması olmayan, çok küçük yaşlarda öksüz kalan Sediye ablanın ömrünün sonuna kadar söylediği şiirler toplanmış olsaydı, ciltler dolusu bir divan ortaya çıkardı. Son günlerinde ziyaretine gidip gelmek ve cenazesinde bulunma bahtiyarlığına eriştiğim Sedye abla, Allah’ın ikramına mazhar olmuş mümine bir ablamızdı. Asri Mezarlığa defnettiğimiz Sedye ablanın mezar taşında: “Sedi altun kalası / Nedir bu işin cilası / Seyreyle ol binası / Sende Allah diyesin” mısraları yazılıdır. Allah dostu olan bu ablamızla ilgili çok hatıramız olmasına rağmen, kendisine saygımızdan dolayı ancak birkaç cümle ile yetinmek zorundayım; makamı cennet olsun. Kardeşim doğduğu esnada bizi evden uzaklaştırmışlardı, ben ve ağabeyim de kapının önünde duran ebenin köpeğini kızdırıp kaçmasına sebep olmuştuk. Neden sonra bize kardeşimizin dünyaya geldiği haberi verilmiş, içeri gelmemiz söylenmişti. Kafamı içeri uzattığımda ebenin elinde ağlayan kardeşimi görmüştüm. Evimizin biraz ilerisinde basmalık bulunurdu ve bunun üzerinde çocuklar güreş tutardılar. Kış gelince yağan kar ve bacalardan kürenen karlarla birlikte sokağın içerisi adam boyunu geçen karla kaplı olur, bu kar yığınlarının arasından kürekle yol açılır ve yayaların yürümesi sağlanırdı. Bu kar yığınlarının üzerine bacalardan atlamak ise çocukların en eğlenceli oyunları arasındaydı. Ayağımızdaki mest lastikler, kafamıza taktığımız tiftik papaktan dolayı üşüme nedir bilmeden, kar içerisinde denizde yüzen çocuklar gibi vakit geçirirdik. İlkleri yaşadığım bu sokakta hayatımın en anlamlı günlerini geçirdiğimi itiraf etmeliyim. Karın bol yağdığı bir arife günü ilk defa mahallenin çocuklarına takılıp arafalık toplamaya çıkmıştım. Nasıl olmuşsa elimde torbam yoktu, ben de başımdaki başlığımı çıkarıp torba yaparak, epeyce bir arafalık toplamıştım, bu benim ilk deneyimim olmuştu. Çocukların sevindirilmesi, komşu ile çocuklar arasında manevi bir bağ oluşturulması, çocukların öz güven kazanmaları, paylaşma duygusunun hatırlatılması gibi bir takım güzel yanları olan arafalık toplama geleneğinin, bugün dahi Erzurum’da heyecanla devam ediyor olması son derece sevindiricidir. İlkokula yine bu sokakta oturduğumuzda gitmiştim, bize en yakın okul Gazi İlkokuluydu, babam ağabeyimle beni bu okula yazdırmıştı, okul müdürümüz Sait Cordan’dı, ben ilkokul bire giderken ağabeyim beşinci sınıfa devam ediyordu.
İlk bir iki gün sınıfları şaşırdıktan sonra okula ünsiyet sağlamıştım, okula gidip gelirken en büyük zevkim Palandöken Un Fabrikası’ndan at arabalarına yüklenen un çuvallarını seyretmekti. Bir baca içerisinden art arda gelip arabanın üstüne düşen un çuvalları hoş bir görüntü oluştururdu. Güz’ün, okulun kapısında alıç,İğde,Leblebi tozu ve ayva satılırdı, harçlıklarımızla bunlardan alınca ne kadar da mutlu olurduk. Yine, güz geldiği zaman en heyecan verici işlerin başında, durumu iyi olan evlerde kavurma ve sucuk hazırlanması gelirdi. Gününden önce alınan hayvanlar kesilir, uzun bir işlevden sonra kavurma ve sucuk haline dönüştürülürdü. Evlerde yapılan bu sucukların lezzetine doyum olmaz, komşulara göz hakları da fazlasıyla ikram edilirdi. Sucukların kurutulması da ayrı bir güzellikti, bacalara veya evlerin pencerelerine asılan sucuklardan nasiplenmeyen çocuk da yok gibiydi. Zaman hızla akıp gitmiş, Şubat tatili gelmiş, öğretmenimiz karnelerimizi elimize verip, bizi yolcu etmişti. Çocuklarla dışarı çıkınca herkes birbirinin karnesine bakıyor, üst sınıfta olanlar bizim karnelerimizi değerlendirip, olumlu veya olumsuz şeyler söylüyorlardı. Benim karneme bakanlar iki tane zayıfımın olduğunu, diğer çocukların 5-6 zayıfları yanında benim karnemin iyi olduğunu söylediklerinde, içime bir huzur gelmiş, başarılı bir karnenin sahibiymiş gibi çocuklara takılıp, Ak Pungar’a gitmeden bir tepenin üzerinden saatlerce kaymış, eve dönmüştüm. Kapıda beni karşılayan anamın karneyi eline alıp kaşlarını çatmasıyla, işin renginin değiştiğini anlamam geç olmamıştı. Anamın: “Vuu! Baban bu karneyi görürse kıyameti koparır” demesiyle, olayın vahametini geçte olsa kavramıştım. Koşarak masanın altına girip saklandım, ama korkudan ve utançtan yüreğim ağzıma geliyordu, neden sonra kapı çalınıp babamın sesi evin içinde duyulunca, nefesimi bile zor alır olmuştum. Rahmetli babam anama: “Çocukların karneleri nasıl?” diye sorduğunda, korkum bir kat daha artmıştı. Ortalıkta bir sessizlik oldu, anlaşılan o ki anam babama sessiz yoldan mesaj vermiş, babamda benim anlayacağım mesajı bana hissettirmişti. Gece yatağa girip karneye bir göz attım, eski karneler kartondan olurdu ve mürekkepli kalemlerle doldurulurdu. Başparmağımı tükürükleyip zayıfların üzerine sürdüğümde, zayıf yazılar kartondan çıkmış ve kaybolmuştu. Elime geçirdiğim bir dolma kalemle de bu boş kalan yerleri bir güzel pekiyi yazıp, gönül rahatlığı içerisinde derin bir uykuya dalmıştım. Bu sevincim fazla sürmemişti, çok ciddi bir devlet memuru olan rahmetli babam karnedeki bu tuhaflığı görünce, beni elimden tuttuğu gibi okula götürüp müdürün karşısına çıkarmıştı. O anki ruh halimi çok hatırlamasam da babamın bu davranışının benim için ciddi bir ders verme olduğunu idrak etmiştim ve bu olay tüm tahsil hayatımda zayıf almadan okullarımı bitirmeme neden olmuştu. “Hayat; hissedenler için komedi, düşünenler için trajedi” derler, ne kadar yerinde ve doğru bir sözdür. Çocuklara olan muhabbetimden dolayı yakın çevremdeki çocuklar karnelerini alıp bana getirirler, bende töre gereği onları sevindiririm. İşte bu çocuklardan biri geçen yıl karnesini getirince, gördüğüm manzara beni ilkokul birinci sınıfta yaşadığım o olaya götürdü, nasılda güldüm ve anılarıma döndüm anlatamam. Karneyi getiren çocuk aynı benim gibi zayıfları silmiş, üzerine “iyi” yazmış. Karneye bakıp gülünce, çocuğun: “Amca bunu ezemin oğlu yapmış” demesiyle de sanki zaman tünelinin içerisinde geçmişe bir yolculuk yapmış oldum ve aradan yarım asır geçse de çocukluk hallerinin değişmediğini bir kez daha yaşamış oldum. Gazi İlkokulu’nun üzeri oluklu sacla kaplı, yarım daire biçiminde çatısı bulunan bir sineması vardı. Sinemayla ilk tanışmam da hayatımın ilklerini yaşadığım bu sokakta kaldığımız zaman olmuştu. İlkokul birinci sınıfı geçtikten sonra, ağabeyim de Gazi İlkokulu’nu bitirmiş, ortaokula yazılmıştı. Yaz tatili gelip geçmişti. Okullar açılmadan önce, annem ve babamdan yeni bir okulun yakınımızda açılacağını ve Dumlupınar ismindeki bu okulun yeni olduğu için daha iyi eğitim vereceği gibi konuşmalarına şahit oluyordum. Rahmetli babam gün gelince beni Dumlupınar İlkokulu’na yazdırdı. Dolayısıyla ilkokul ikinci sınıfı Dumlupınar İlkokulu’nda okumaya başlamıştım. Okulumuz eve yakındı, gidip gelmek kolay oluyordu. Öğretmenim Erzurum’a yeni gelmiş bir bayandı ve kendisinin subay eşi olduğu söyleniyordu. İstanbul şivesiyle konuşan öğretmenimizin, ilk zamanlarda bizim konuştuğumuz Erzurum şivesini pek kavrayamaması oldukça normal bir durumdu. Öğretmenimiz bir gün ders işlerken, marangoz malzemelerinin ne olduğunu bilenlerin parmak kaldırmasını söyledi. Sınıfta parmaklar havada, her öğrenci aklına gelen birtakım malzemeleri sayıyordu. Benim de parmağım havadaydı, öğretmenim: “Sen hangi malzemeyi söyleyeceksin?” dediğinde, ben de: “Öğretmenim, kakuç” dedim. Öğretmen yabancı bir kelime duymuş gibi veya bilmediği bir marangoz malzemesi çeşidi mi diye ilk önce kısa bir şaşkınlık yaşamıştı. Öğretmenin şaşkınlığı geçip, “Evladım, bu nasıl bir alet” diye sorunca, çocuk halimle bayağı sıkıntı çekmiş ve mahcuplaşmıştım. Neden sonra öğretmenim “kakuç” olarak ifade ettiğim marangoz aletinin “çekiç” olduğunu anlamış, bizde sınıfça kakuç’a çekiç denildiğini öğrenmiştik. Dumlupınar okulunda yarım dönem okumuş olduğumdan olsa gerek, üzülerek itiraf etmeliyim ki öğretmenimin ne ismini, ne de siluetini hatırlamıyorum. Buna rağmen öğretmenimizin bize öğrettiği ve beraberce söylediğimiz “Manastır’ın etrafında var bir havuz” türküsünün, bugün dahi kulaklarımda hoş bir hatıra olarak yankılandığını rahatlıkla söyleyebilirim. Devam edecek…
Ecz. Erdal GÜZEL 09.03.2013 / ERZURUM
Erzurum Kalkınma Vakfı (ER-VAK) Adres : Cumhuriyet Caddesi Kızılay İş Merkezi Kat 3 / 2 YAKUTİYE ERZURUM
Telefon : (0442) 233 38 20 Tasarım : www.e-erzurum.net