Yaşıyor olsalardı, onları TV ekranlarında “Altmış sekiz kuşağı gençliği” ile ilgili yayınlanan programlarda izleyebilirdik. Keşkelerini, heyecanlarını, uğradıkları hayal kırıklıklarını belki kendi ağızlarından dinleyebilirdik. Ünlü bir TV’nin haber sunucusu, gözde gazetelerin köşe yazarı, parlamenter veya başka sektörlerde başarılı kişilikler olarak aramızda olabilirlerdi. Ülkenin o gün ki çıkmazları, emperyalist baskılar, ezilenlerin feryatları, tıkanmış demokrasi, hazmedemedikleri çarpıklıklardı. İnandıkları ideojilerine gençlik enerjilerini katıp, her şeyi düzeltebileceklerini sandılar. Bağımsız bir Türkiye hayal ediyorlardı. Yüreklerini, geleceklerini ortaya koydular. Eylemler yapıp, seslerini duyuracaklardı. Uğruna mücadele ettikleri; işçiler, köylüler ve halk peşlerinden gelecek, tılsımlı bir güçle, sınıfsız bir toplum oluşturacaklardı. Saf ve temizdiler. O gençlik duygularını anlayan olmadı. Yaşıyor olsalardı, belki de deniz kıyısında ki bir lokantada, beraberce geçmişi yâd edip, tebessümle gülüşüp, “Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık.” şarkısını söylüyor olabilirlerdi. Akıl almaz işkencelerden geçtiler, mahpus damlarında çürüdüler, sakat kaldılar, vuruldular. Hayatta kalan arkadaşlarının, seküler bir dünya hayatının nimetlerinden faydalanmak uğruna, yiğitçe mücadele verdiklerini görselerdi, nasıl bir ruh hali içerisinde olurlardı, kim bilir? Onlara, olaylara başka bir pencereden bakmaları gerektiğini söylemeyenlerin, hiç mi suçu yoktu? Çözüm üretmeyenler, çaresizlikleri ortaya döküp, ilaç arayanlara, zehir içirme yolunu seçtiler. Ülkeyi çaresiz bırakıp, kaos ortamına sürükleyenlerin, bu genç dimağlardan susmalarını beklemeleri, nereye kadar sürebilirdi ki? 6 Mayıs 1972 yılında kaldıkları Ankara merkez cezaevindeki kendileri için kurulmuş darağaçlarına giderlerken bile pişmanlık duymadılar, eğilmediler, kırılmadılar. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan birer birer götürüldüler. Ayaklarına postallarını giymelerine bile müsaade edilmedi. Yiğitçe yağlı urgana boyunlarını teslim ettiler. Cellâtları, ayaklarının altındaki sandalyeye tekmeyi atan mıydı, elbette ki değildi. Boyunlarındaki yaftalarla asılı kaldılar. Artık demir almak günü gelmişti zamandan, meçhule giden bir gemi kalkmıştı Ankara merkez cezaevinden… Bu gemi daha sonra ülkücü yolcularını da alıp, yoluna devam edecekti. Rüyalarını süsleyen SSCB’nin dağılacağını, Mao’nun ülkesinde gençlerin Coca – Cola içip, hamburger yiyip, diskolarda emperyalist ülkelerin gençlerini taklit edeceklerini, esir Türklerin hürriyetlerine kavuşacaklarını, en büyük emperyalist güç olan ABD ile komşu olacağımızı, idam cezasının kaldırılacağını, 141. ve 142. maddeleri hatırlayan kimselerin bile kalmayacağını nereden bileceklerdi? 30.000 kişinin katili Apo’nun, sırça köşk İmralı’da ki keyifli halini görselerdi, kahırlarından ölürlerdi herhalde… Bedeli ödememesi gerekenler, en ağır bedeli ödediler. Gençleri kitaplarının başından alıp, ellerine kalem yerine silah tutuşturanlarla kimse mücadele etmedi. Arenadaki gladyatörler gibi, gençleri birbirine kırdırıp, vahşi manzarayı sadistçe izlediler. Neden sonra oyundan bıktılar, sahneyi kapadılar, 24 saatte her şey unutuldu ve bitti? Bu nasıl sihirli bir oyundu? Aradan yıllar geçti, sağ ve soldaki o sorumlu gençliğin isimleri ve savunmaları, ilkeli duruşları, dilden dile dolaşırken sahi; darağaçlarını kuranları, kalemleri kıranları, hatırlayanlar var mı acaba? “Vatan sizinle gurur duyuyor” diye alkış aldılar mı? Bugün geçmişle ilgili konuşulanlar ve yazılanlar, birilerinde bir vicdan yarası oluşturuyor mu? Hatırladığımız, o temiz gençlerin kaybolan yıllarıdır. Hatırlamak istemediğimizde, o günleri ülkeye yaşatanlar ve olaylara seyirci kalanlardır. “Siyaset sahnesindeki hiçleri Yetkilinin gizlediği suçları Birbirini kurşunlayan gençleri O kaybolan yılları söylemiyim mi?”
06.05.2008 Ecz. Erdal GÜZEL ER-VAK Başk.
Erzurum Kalkınma Vakfı (ER-VAK) Adres : Cumhuriyet Caddesi Kızılay İş Merkezi Kat 3 / 2 YAKUTİYE ERZURUM
Telefon : (0442) 233 38 20 Tasarım : www.e-erzurum.net