“Büyük Askerler! Siz iki sene evvel Erzurum’u kurtardınız şimdi de Erzurum devleti, milleti kurtarıyor.” Erzurum Yatılı Yetimler İlk mektep öğrencisi Emrullah Efendi.” 13 Mart 1920. Efendiler! Bir kere başımızı sağımıza çevirelim, bakınız ne göreceğiz? Bir meydan-ı Kerbela! Evet; solumuza dönelim, bakınız ne seyredeceğiz: Evet; bir meşhed-i Hüseyin (şehit Hüseyin’in gömüldüğü yer) değil mi? “ Albayrak Mektebi” muallimlerinden Raci Efendi. 13 Mart 1920 Dr. Zeki Başar’ın “Kurtuluş Yazılarıyla Erzurum”[1] adlı kitabı 31 sayfa olarak 12 Mart 1957 yılında ağır ekonomik zorluklar altında da olsa yayınlanmıştır. Bu eseri okurken şu aklıma geldi; Erzurum’un kurtuluş şenlikleri ve kutlamaları Milli Mücadele yıllarında nasıl yapıldı ve şenlikler de neler söylendi, neler yazıldı? Ben bu yazımda sizinle Milli Mücadele’ye önemli katkıları olan ve Erzurum’da yayınlanan Albayrak Gazetesi’nde[2] kurtuluş kutlamaları hakkında verilen haberi sizlerle paylaşacağım. Gazete, 15 Mart 336/1920 tarihli ve 76 sayılı nüshasını “Matem-i Neşe” ana başlığıyla Erzurum’un kurtuluş kutlamalarına ayırmış. Ana başlığın altındaki alt başlık ise “Erzurum Kurtuluş Gününün Üçüncü Sene-i Devriyesi Merasimi” deniliyordu. Kurtuluştan üç yıl geçmiş 1920’lere gelinmişti. Milli Mücadele yıllarında Erzurum Vilayetine idari taksimatta şu ilçeler bağlıydı; Iğdır dâhil Beyazıt(Doğubeyazıt), Karakilise (Ağrı), Tutak, Eleşkirt, Kiği, Hasankale, Narman, Yusufeli, İspir, Bayburt, Tercan, Oltu, Tortum, Hınıs[3]. Rus orduları ve Ermeni isyancıları batıdan doğuya doğru çekiliyordu. Dolayısıyla Erzurum’un batı ilçeleri daha önce, doğu ilçeleri daha sonraki tarihlerde kurtarılıyordu. Kendisine bağlı ilçelerle beraber hemen hemen toprak bakımından Türkiye’nin en büyük vilayetlerinden biriydi. Erzurum’un kurtuluşu demek tüm ilçelerle beraber koskoca öz vatanın yeniden kurtuluşu demekti. Birinci Cihan Harbinden önce şehrin kazalarıyla beraber nüfusu 815.183 bin idi. Bu nüfusun 673.297’si Türk(Müslüman), 125.657’u Ermeni, 4859’u Rum, şehir merkezinin nüfusu 21.000 kişiydi.[4] 17 Aralık 1919 yılında 415.399 bin kişiye düştü. Erzurum, savaşta yaklaşık 400.000 bin kişiyi kayıp etmişti. Albayrak Gazetesi kendisine “Vilayât-ı Şarkiye Ermenistan Olamaz.” sözünü başlık yapmıştı. Erzurum’un kurtuluşu bir yandan da bu yurdun ebedi olarak “Türk Yurdu” olmasını da sağlıyordu. Yine kurtuluşu çok zor şartlarda sağlayan şehir, ardından yaptığı kongreyle de, kendinin kurtuluşu gibi, vatanın kurtuluşunun başlamasına da sebep olan ilk milli hükümet nüvesinin doğduğu ve hız aldığı[5] “Kongre Kenti” payesini alıyordu. Albayrak Gazetesinin yazdığına göre; şehrin kurtuluşunun üçüncü yıl dönümünde yapılan tören, 13 Mart 1336 / 1920 Cumartesi günü “Ali Ravi Kışlası’nda”, askerlerle, halk, devlet memurları ve mektep öğrencilerinin katılımıyla saat 10.00’da başladı. Tören, gazetenin başlığında da belirttiği gibi “Matemi Neşe” içerisinde yani şimdiki anlamıyla, bir yandan elemin, ıstırabın, aldatılmışlığın, ihanetin, acının ve kederin, bir yandan da sevincin, neşenin, umudun, kendine güvenin, bağımsızlığın iç içe yaşandığı bir ruh haleti içerisinde yapılıyordu. Gazete tören hakkında bilgi vermeden önce şu değerlendirmeyi yapıyordu. “Matemi Neşe Erzurum Kurtuluş Gününün Üçüncü Sene-i Devriye Merasimi 13 Mart Cumartesi günü memleket en heyecanlı bir gününü yaşadı, her zaman başkaları için yaşayan yüreğinde o gün yalnız kendi dertlerinin, elemlerinin, matem-i neşelerinin coşkun hisleri çalkandı. Bu, Erzurum’un ikinci (Aslında, yukarıda belirtildiği gibi, üçüncü kurtuluş yıldönümü. Burada yanlışlıkla ikinci yazılmış. Z.S) kurtuluş gününü, 5 kanlı harp yılının Türk’ten koparıp ta iki sene hilalin aziz gölgelerinden ayırdığı matemli zamanların neticesine tesadüf ediyordu. 332/1916 senesi şubatın ikinci günü memleket dağılan çehresini sararmış görmüştü. O gün Türk orduları çekiliyor, yerine Rus orduları giriyordu. Bu vaziyet karşısında memleketin asıl halkı mütereddit ve muzdarip kaldı. Hicretin meşakkatine, yani atılacakları karanlık ve meçhul sahanın bin bir renk elemine ve mahrumiyetine tahammül edebilenler kışın azgın fırtınalarına göğüs vererek hicret ediyorlar. Diğer kısmı, mecbur olarak esaret ve iftirak (ayrılık, dağılma) yarasına boyun eğiyorlardı. Tam iki sene memleket böyle hilalin mübarek gölgelerinden uzak, içinde kalan evlatları esaretin, çıkanlar ise hicretin ıstırabıyla bir ömrü elem yaşadılar. Nihayet bir gün Erzurum, üstünden düşman kartalının çekildiğini fakat yerine kızıl ve vahşi bir kâbusun konduğunu hissetti. Bu, büyük bir inkılâbın mukaddime-i infilakında bulunan Rus ordularının memleketi terk etmeleri ve yerine Ermeni idaresinin kurulması idi. Ermeni idaresi demek; her zulmü, her cinayeti şiar-ı milliyenin bir fiil-i mukaddesi tanıyan nankör ve haydut milletin memlekete hâkim olması demekti. Artık kendi kendinden olmayan her şey yakılacak, yıkılacak, boğulacaktı. Binaenaleyh üç ay süren bu kanlı idare, yaktı, yıktı, boğdu. Ne kalbinde insani bir his, ne vicdanında mukaddesat tanıyan bir mertlik duymadan yuvaları enkaza çevirdi. Yaktığı ve kestiği binlerce Müslüman başından medeniyetin arzı riyakârına bir abide ihda (hediye) etti. Bu müddet içinde zavallı Erzurum öyle bir hale geldi ki, artık her çıkan nefes son yadigâr-ı hayat oluyordu. Çünkü toplara, tüfeklere bin türlü vesait-i tahribiyeye karşı zavallı memleket bir küçük hançere bile malik değildi, fakat her zulüm idaresinin netice-i tabiyesi olan sükût nihayet gece Ermeniliğin başı üzerinde patladı. Türk kahraman ve fedakâr ordusu yetişerek memleketi kurtardı. Bu kurtuluş günleri mamur bir şehir yerine, içinde hala insan cesetleri yanan bir harabe takdim etti. Ve iki ayrılık senesini gerilerde geçirenler memlekete kavuştuklarında bir mezar önünde birleştiler; bu mezar; Ermeniliğin medeniyet asrına ithaf ettiği abide idi. İçinde binlerce mazlumun iskeletleri çatırdıyordu. İşte 13 Mart bu güne tesadüf eylemekle üçüncü sene-i devriye-i istirdadını idrak eden memleket merasim-i mahsusa yaptı.” Gazete, bu değerlendirmeden sonra Kazım Karabekir Paşa’nın[6] ve (Ahmet Reşit Tokçaer)[7] valinin katılımıyla törenin nerede, saat kaçta ve kimlerle yapıldığı haberine şöyle devam ediyordu: “Milli ve vatani ve bütün işlerde büyük ve samimi bir alakadarlık gösteren muhterem kumandan memleketin bu büyük gününde kalbi merbutiyetini (bağlılığını) izhar etti. Sabahleyin bütün ahalinin iştirakiyle mektepler ve memurin “Aliravi Kışlası”na giderek burada kendilerini bekleyen askere iltihak ettiler. Merasime saat 10’da ibtidar (başlandı) edildi. Tertip edilen program mucibince başta ordunun kahraman kumandanı ve memleketin valisi olmak üzere çevrilen halka-i hürmet arasından bir yavrunun gür sesi işitildi. Bu; Leyli Eytam İptidası’ndan (Yatılı Yetim İlk Mektep) bu günün hatip genci, dünün şehit yavrusu, yarının bekçisi İrfan Efendi idi. Yüreğinde Ermeniliğin en büyük yarası sızlayan İrfan, zirde( aşağıda) suret-i münderiç ( sureti yer alan) nutkunu cidden hitabiyane ve beliğane irad etti. NUTUK SURETİ Büyük Askerler! Hürmetli bakışlarıyla karşınızda duran biz küçük askerler Şark-ı Anadolu’nun yetim ve öksüz şehit çocukları. Bizim babalarımız analarımız bundan iki sene evvel bir haydut milletin kanlı baltalarıyla doğrandı. Siz her yoksulluğa katlanarak bu kış kıyamette imdadımıza koşmasaydınız bugün bizde kanlı gömleklerimizle Cenabı Allah’ın divanında bulunacaktık. Yalnız biz değil! Bütün Erzurum’un masum halkı, bütün şarkın nurlu nurlu insanları, muhterem anaları ve sevgili babaları için mukaddes varlıkları alındıktan sonra al kanlar içinde ebedi bir göç muhakkaktı. SİZ İKİ SENE EVVEL ERZURUM’U KURTARDINIZ, ŞİMDİ DE ERZURUM DEVLETİ, MİLLETİ KURTARIYOR. Biz kendi hissemize size küçücük kalplerimizle teşekkürler ediyoruz, ellerinizden ve yüksek alınlarınızdan öpüyoruz. Ey sevgili kumandan babamız! Ve sevgili zabıtan amcalarımız! Bu kurtulan hissiyatımız, mevcudiyetimiz tamamıyla sizindir. Bizi yalnız Ermeni canavarları elinden kurtarmakla kalmadınız, pek büyük bir şefkatle bağrınıza da bastınız ve bizim babamız oldunuz, giydirip kuşandırdınız, besliyor, okutuyorsunuz. Bize elemli her acıyı unutturdunuz. Çırpınan şu küçük kalplerimizi dinlediniz. Şu masum ve nurlu bakışlarımıza bakınız, hep size şükran… Ey din ve milletin zalim düşmanları! Bugün masumane duadan başka bir şeyi yapamayan bu öksüzler ordusundan kork ve titre…” Bunu müteakip kürsüye gelen gürbüz bir Türk neferi şehit yavrusuna cevap verdi. Ve bade (sonra) mevki hitabına çıkan Mithat Bey (Albayrak Gazetesinin başyazarı Süleyman Necati’nin kardeşi, gazetenin yazarı); “Memleketin bu ateşin ve devrin hitabı (sona ermesi), Erzurum tarihi sükûtunun mühim bir sayfasını açtı. Gönüllerin hissedip vicdanların sızlandığı fakat bir türlü söylemek fırsatını talialarından (nişangâhın arkasına düşen ok gibi) alamadıkları yaraları teşrih (parça parça) etti.” derken, nutku, matemler meriye olmaktan ziyade, matemlerin amillerine(sebeplerine) nefret taşıyordu. “Ne kadar temenni ediyorum ki, size felaket haberlerini ve matem günlerini haykırmaktan ziyade müjdelerin tebliğine memur olayım!” Cümlesiyle başlayan ve maatteessüf notu tamamıyla tutulamayan 1 Şubat felaketini ihsar eden sui idare amillerinden nefretle Erzurum’un sükûtuyla (düşmesiyle) uğradığı zarar ve ziyanlardan şiddetle bahsederek, 13 Mart kahramanlarının da Erzurum tarihinde kazandıkları ve dün kurtulan yurdun yarınki milli kurtuluş gününe büyük bir amil olduğu ve olacağını hürmetle andı. Ve şahsen menfur olduğu halde milli nokta nazardan bir fazilet olan kinle, ferdi ve içtimai yükselişin yegâne menbaı takdirin iki kutba terakki olduğunu anlatmış, dünkülere kin, bugünkülere takdir beslemek her yavrunun borcu olduğunu söylemiştir. Mithat beyin bu yaraları teşrih (açan, yaran) nutku; kazandığı alkışların son bakiye-i ihtizazını(titreme) kulaklardan henüz toplamamıştı ki “ Albayrak Mektebi” beşinci sınıf talebesinden Hilmi Efendi, aşağıda sureti münderiç (yer almış) nutku kırata başladı. Ve bununla kanlar ve yaralar, elemler ve ölümler arasında kalan Erzurum’un o gün ki bahtına ağlarken, onu kurtaran orduya arz-ı şükran eyledi. HİLMİ AKDOĞAN EFENDİNİN NUTKU Bir tarafta hain emelleri, kanlı elleriyle Ermeni haydutları, diğer tarafında masum kanları, mazlum… Erzurum’un zencir bend (zincirle bağlı) halkı. Birinin kızıl hançeri, diğerinin zayıf ve mazlum boynunda, diğerinin seday-ı iştikası (yana yakıla şikâyet sesleri) yalnız Allah’ın arşında… kahbe ve katil kâbus memleketi sarmış, sana tarihin insan kellesinden kaleler yapmayı şeref sayan sayfalarına nazireler yapılıyor… Dudaklarda yalan ve riya, ellerinde süngü ve bomba… Bir tek Türk ve Müslüman bırakmamağa yemin eden haydutlar, silahsız, müdafaasız buldukları bir halk üzerinde en şenii, en vahşi emellerini tatminden zevk alıyorlar. Sinelere düşen süngüler; içinde Türk ve Müslüman yanan ocakların alevleriyle parlıyor her bucakta kan ve ölüm… Her ocakta ateş ve zulüm! Oğlunu müdafaa eden babaların ak saçları yolunuyor, beşiklerin gıcırtısı havaran (yardım) sedaları arasında susturuluyor. Nankör ve kahpe millet kursağında taşıdığı nimetin şükranını, Türkün bu öz vatanını bir harabe, Türkün bu asil ve fedakâr çocuklarını birer toprak yığını yapmakla ödemek istiyor. Zavallı Erzurum; ölüm ve zulüm mengeneleri altında kalmıştır. Her gün yüzlerce aile yeni bir mateme giriyor, her gün güneş; gecelerin katı karanlığında boğulmuş, kesilmiş, yakılmış yeni bir Türk kafilesinin mazlum naaşları üstüne doğuyor. İşte tam böyle ümitlerin kesildiği, Ermeni haydutları elinde beş bin senelik bir tarihin kahraman çocukları ezildiği bir demde, necat ve halas taşıyan bir kafile yetişmişti. Bu kafile Türkün kahraman ve fedakâr ordusu idi. Yaralara merhem, gönüllere teselli taşırken dünkü fecaatin hain ve korkak oyuncularına da Hakkın kudretli intikamını gösteriyordu. Yangınlardan, baltalardan arta kalmış bir halk o gün yüreklerinin en mukaddes bir noktasında samimi bir heyecan duydular. Bu heyecan halaskar orduya karşı ebedi minnet ve şükran hisleri idi. Her kalp bu hissi mezara kadar taşımağa ahdetti. İşte o kızıl kâbustan kurtulduğu günün üçüncü sene-i devriyesini yaşayanlar, bugün size o minnet hislerinin ebediyetini arz etmek istiyorlar. Varolsun dünün halaskar ordusu ve onun kahraman kumandanı… Mütekabil böyle günlerin küçük hatibesi MELİHA HANIM kürsüye çıktı ve şu küçücük nutkuyla hisleri açıklayarak gözleri bulutladı: MELİHA HANIMIN NUTKU “Bugün yavruları babasız, anaları yavrusuz bırakan cellâtların Erzurum’umuzdan ayrıldığının ikinci senesi imiş? Onun için her ocakta matem, her gözde yaş, her kalpte intikam var. Babamın etmeğiyle(ekmeğiyle) doyan nankörler, yüreklerinden Allah ve vicdan korkusunu kovarak evler yakarken, içinde binlerce Müslüman ve Türk boğmuşlar. İhtiyar nenemden sordum: _ Ya sen o cellâtların elinden nasıl kurtuldun? Cevap verirken gözlerinden yaşlar parlıyordu: — Bizi ordu kurtardı... Ve sonra alnını seccadesine, gönlünü Allah’ına vererek size çok dualar etti. Ben de huzurunuza küçük kalbimle büyük teşekkürlerimi sunmaya geldim. Bundan sonra yine “Albayrak Gazetesi” talebelerinden BELKIS HANIM gür ve coşkun sesiyle “ Türk kızı diyor ki” unvanlı şiirini okuyarak, mevkiini ordunun muhterem kumandanına, memleketin mert ve necip oğluna terk etti: Yaşa, saadet amilinin (mutluluğun sebebi) ittifak, felaket müsebbibinin nifak olduğunu, ilim ve irfan taşıyanların ardından giden milletlerin mesut yaşamağa hak kazandıklarını, her bulutlu günün arkasında ebedi bir güneşin lemaları (parıltıları) bulunduğunu anlatan beliğ nutkuna, karanın (okuyanın) “Mücrimlerin akıbetine intizar et!/Günahkârların sonuna bak!” müteali(yüce), muciz ve celil bir ayetiyle hitam (son) verdiler. Edilen duayı müteakip GÜRBÜZLER MEKTEBİ talebesinden birkaç efendi Erzurum’un milli ve mahalli rakselerinden bir kaçını oynamış, hele “hançer barı” namıyla zarif raksede (oyun) pek güzel muvaffak olmuşlardır. Birkaç delikanlı tarafından oynanan diğer barlarda, raksın cidden vücudun bir hareket-i şuur iyesi olduğunu anlamıştır. Bundan sonra istirahat salonuna geçilerek sigara ve şeker ikram edilmiş ve bade(sonra) belediyenin tertip ettiği programa, dairesinde şüheda makberleri ve içinde yüzlerce masumun yandığı harabeler ziyarete başlanmıştır. Kafile şehrin işlek ve umumi caddelerinden geçerek, ilk “Yiğit Uyutmaz Hanı” önüne gitmiş ve orada “Albayrak Mektebi” muallimlerinden Raci Efendi zirde (aşağıdaki) sureti münderiç nutkunu irad etmiştir. RACİ EFENDİNİN NUTKU “Efendiler! Görüyorsunuz ki dünyada her şey ölüyor, her şey mahvoluyor. Fakat tarih; tarihin şanlı ve parlak sayfalarıyla, kanlı ve meşum(uğursuz) yaprakları katiyen ölmüyor. Evet, tarih; bize mazinin sayfaları içinde sakladığı tatlı hatıraları naklediyor. Çok vakitlerde de yaprakları arasındaki kanlı ve korkunç levhalarını göstermekten geri durmuyor. Efendiler! Biliyorsunuz ki bugün tevkif (durduğumuz) ettiğimiz şu yer, bundan birkaç sene evvelîsine gelinceye kadar Erzurum’umuzun en güzel ve en şerefli bir mevkii idi. Biz bu âli ve muhteşem mevkii kendi ırk ve dindaşlarımızdan bile kıskanarak, bir avuç kahpe ve nankör Ermeni’nin refah ve saadetine bahşetmiştik. Biz bunları en mutena ve en şerefli mevkiimizde Türklüğün ırkına has olan büyük bir şefkatle rahat rahat beslediğimiz halde onlar, o nankör Ermeniler, kendi mayaları iktizası olarak giderken burasını bize meydan-ı siyaset olarak bıraktılar. Evet; işte o vahşiler bugün gördüğümüz şu her tarafı yangın yeri ve her bucağı bir kan çukuru olan şu harabeleri bize ..(okunamadı)…,zavallı Erzurumlulara bir sayfayı ibret olarak terk eylediler. Efendiler! İşte bu yer o yerdir ki: Babalarımız, kardeşlerimiz; hanelerinden, validelerimiz, hemşirelerimiz; evlatlarından, yavrucuklarımız; beşiklerinden ayrılarak, burada, bu meydan-ı fecaatte o vahşi, o kahpe Ermenilerin baltaları, satırları, süngüler altında parçalanmıştır. İşte bu yer o yerdir ki: Erkek, kadın, gelin, kız, çocuk yüzlerce Müslüman’ın ah ve iniltileri buradan semaya yükselmiş, buradan arş titremiş, buradan ruh-i peygamberiyi cerihadar (yaralı) etmiştir. Efendiler! Bir kere başımızı sağımıza çevirelim, bakınız ne göreceğiz? Bir meydan-ı Kerbela! Evet; solumuza dönelim, bakınız ne seyredeceğiz: Evet; bir meşhed-i Hüseyin (şehit Hüseyin’in gömüldüğü yer) değil mi? Ey hemşerilerim! Rica ederim, şuracıktan bir taş kaldırınız, şu tümsekleri biraz kazınız bakınız, karşımıza ne çıkacak? Mutlaka bir erkek kafası, bir kadın memesi, bir çocuk gövdesi... İşte o kafa, o meme, o gövde, benim babam, senin validen, o birinin yavrucuğudur. Bir kere mülahaza edelim, bir kere düşünelim. Bize bundan iki sene evvel yine bugün ve bu yerde, bu şen’i ve kanlı levhaları gösteren ve tarihin şimdiye kadar kaydetmediği mezalim ve fecayi (belaları) bize, biz Müslümanlara reva gören Ermeniler kaç tane idi? Evet bunlar pek az idi. Fakat onları, o günkü emellerine ve senelerden beri kalplerinde besledikleri, ruhlarında sakladıkları arzularına muvafık eden ne idi? Milli birlik, milli ittifak, hissi intikam değil miydi? İşte o ittifak, o ittihat nasıl onları emellerine, arzularına muvafık etti ise; bizde onun aksine olarak yine o ittifaksızlık, o idraksizlik ellerimizi, kollarımızı bağlayarak, kurbanlık koyunlar gibi dört buçuk Ermeni’nin önüne katıp, burada bulunduğumuz yerde boğazlattırmadı mı? Ey Erzurumlular! Eğer biz bundan ve bu kanlı, korkunç, iğrenç levhaları gördükten sonra, yine eski uykumuza dalar, eski idraksizliğimize devam edecek olursak; emin olunuz ki iki sene evvel burada analarımızı, babalarımızı, evlatlarımızı, baltalarla, satırlarla parçalayan o Ermeniler ve vahşiler, çok uzağa gitmemişlerdir. Ve pek yakın bir zamanda yine onları, yine o yağlı ve kanları kurumayan baltaları başımız ucunda göreceğiz. Efendiler! Bugün bizim için bir çare-i halas (kurtuluş çaresi) var ise, o da her vakit her saat bize yapılan zulüm ve şenaatleri hatırlayarak, aramızda her türlü dedikoduları ve manasız tefrikaları kaldırarak ittifak etmek ve birleşmemiz olacaktır. Evet; bugün bizim için bir kurtuluş yolu var ise, o da bizden sonra gelecek evlatlarımızı bu kanlı hatıralardan, bu şeni levhalardan haberdar etmek ve onları da bir hissi intikam ve birlik mefkûresiyle büyütmemiz olacaktır. Çünkü “İstikbale müttehit (bir ve beraberlikte) olup unutkan olmayan milletler gider.” Buradan ayrılan ahali Derviş Ağa mahallesindeki Ezirmikli Osman Ağanın evi önüne gelmiştir. İstila anında Taşnak Komitesi reisinin karargâhı olan bu yer, Ermeni katillerinin en vahşi hareketlerine sahne olmuş bir harabedir. Erzurum’dan firar edecekleri gece, elleri bağlı masumları burada yakmışlardır. Bu maktel(katledilen yerin) önüne gelindiği zaman kafile matemzede bir kalp gibi çarpıyordu. Gözleri yaşarmayan, dişleri gıcırdamayan hemen bir fert yok gibiydi. Herkes onun hayal-i feci ile soluyordu. Bu sırada melül ve müteessir bir ses yüreklerin hicranlı membaına dokundu. Bu “Albayrak Mektebi” devre-i âliye birinci sene talebesinden Enis Turgut Efendinindi. Şu nutku okuyordu. ENİS TURGUT EFENDİNİN NUTKU “Kafilemizin hürmetle önünde durduğu bu yer, beş kanlı senenin yıldırmaları arasında kahpe bir milletin bize hediye-i cinayetidir. En vahşi devirlerin bile eşini gösteremediği bir cinayet burada Türk’e reva görülmüş. Rusluk kartalının kanatları altında memlekete süzülen hain ve nankör bir millet, burada veli nimeti kesmiş, elleri bağlı masumları burada yakmış, burada yıkmıştır. Türkün mihrap vicdani olan bu şehitler makberesi, şüphesiz yirminci asır medeniyet pişdarlarına (önde gidenlerine )da birer damgay-ı siyah ve hicaptır. Çünkü onlar bakarken o facia oynandı. Onlar susarken Ermeni haydutları Erzurum’u Türk’e bir mezbaha yaptı. Zira bu onlarca matluptu (istenendi) onlar bunu, arzın bu asil çocuğunun ölmesini, fazilet ve ulviyetin bu mert timsalinin devrilmesini istiyordular. Bir zamanlar himaye-i hayvanat cemiyeti yapmak gibi ruhunda bir şefkat bipayan(sonsuz) duyan asrı medeniyet, o zaman bu insan mezbahasını nere gömdü. Seyreder gibi müstehzi tebessümlerle temaşa ediyordu. Ne kesilmiş başların manzara-i vahşeti, ne yanan binlerce insanın bu dehşeti(önünde) onları insani müdahaleye sevk etmiyordu. Nitekim bu günde Ermeniliğe mazlum, Türklüğe zalim sıfatını vermekte hiçbir mahsur görmüyor. Mağdur Türkün ebedi vatanında dün yanan ocakların bu günkü turab-ı mahruki (yanmış toprak) üzerinde Ermeniliğe bir taht ve taç hazırlamak istiyorlar. Yani bununla Erzurum’un ufkunda yeni bir kan ve ateş yıldırımını tutuşturmak istiyorlar. Fakat zannetmiyorlar mı ki; artık binlerce mazlum mezarını taşıyan bir yurdu dünkü facianın aktörlerine terk edecek bir Türk yoktur. Karşısına dünyanın bütün mütehakkim(zorba) süngüleri çıksa bile artık oğlunun naş-ı masumu üzerinde bir Ermeni haydudunun tekrar havra tepesine, şehitler makberesinde kurulacak yeni bir işret meclisinde kızının sakiyelik ( şarap sunan) ettirilmesine boyun eğecek bir Türk babası yoktur. Kim hangi kuvvet? Ömrünün son günlerini yavrusunun mezarı önünde geçirmekle teselli bulan ihtiyar bir nineyi buradan sökebilir; kim, hangi kızıl pençe burada doğmuş, burada büyümüş, burada son matemin acılarını hissetmiş olan bir halkı, içinde kiminin babası, kiminin kardeşi, kiminin nişanlısı yanan bu şehitler makberesinin (mezarının) topraklarından ayırabilir? Evet, belki bir şey, yani Türksüz bir Erzurum, son damla kanını akıtmış bir memleket eğer arzın şu mazlum köşesinde yeni bir kan selini daha açmak ve bunun üzerinde yeni bir taht kurmak istiyorlarsa pekâlâ bu cinayeti de işlemekten çekinmesinler. Fakat bu oyunda en evvel kendi yüreklerinde bükülecek matem akidelerine inanmalıdırlar. İşte bu yurdun matemzede yavrularından birisiyim. Gönlümde dünkü yaranın alevli sızlayışlarıdır. Başları balta ile ezilmiş şu şehit ruhlarının ulvi sükûtu önünde ahdediyorum. Memleketin haremi ismetine uzanacak bir süngü ilk şu bahar hayatı yaşayan göksüme dolmadan yuvalara dayanırsa Allah’ın sesi, tarihin sinesi beni telin etsin. Lillahil Fatiha.” Bade (sonra) merasime hitam verilmiş, dün sinesi Ermeni vahşetine medfun, bugünden de galip devletlerin gayrı tabii, gayrı hukuki müdahaleleriyle Ermeni ihtirasatına sahne edilmek istenilen Erzurum’un büyük ve mert ruhunda şu coşkun hissin kanatları çarptı: Dünkü katil, bugünün himaye edilen millete nefret, nefret, nefret.”[8] Gazetenin törende yapılan nutuklarından da anlıyoruz ki; Ermenilerin yaptığı bu büyük zulüm ve ihanet kabul edilebilir gibi değildi. İngiliz, Fransız, Rus, İtalya gibi batılı emperyalist ülkelerle cephede savaşırken, kendi ülkesinin vatandaşlarının yani Ermenilerin, ülkenin yıkılmasına yardım etmeleri ve ardından da bu zulümleri yapmaları anlaşılır değildi. Kazım Kara Bekir Paşa biz üç düşmanla savaşıyorduk: açlık, Ermeniler ve kış mevsimi.[9] Biz bu düşmana tifüs, kolera gibi hastalıkları ve eşkıyayı da katabiliriz. Cevat Dursunoğlu Milli Mücadele’de Erzurum adlı eserinde Erzurum’da Durum adlı başlık altında şöyle diyordu: ‘Çocukluğumun en mesut günlerini geçirdiğim ve 1915–1916 kışında tabyalarında dövüştüğüm Erzurum şehri bir enkaz yığını olmuştu. Savaştan önce 80.000 bin nüfusu oldukça refahla besleyen, çarşılarında, pazarlarında kalabalıktan geçilmeyen bu gösterişli sınır kentinden kocaman bir köy harabesi ortada kalmıştı. Savaş yıllarında on binlerce insan tifüsten ve çeşitli bulaşıcı hastalıklardan ölmüş, istila öncesinde eli ayağı tutanlar muhacir olmuş, 10.000 kadar hemşeriyi de Ermeniler çekilirken öldürmüşlerdi. Şehirde kılıç artığı olarak üç, dört bin kişi kalmıştı. Bir bu kadar da köylerden buraya göç etmişlerdi. Bu yüzden şehir köyleşmişti. Ölümden kurtulan hemşerilerle muhacirlikten dönenler yangınlardan ve patlayan cephaneliklerin depremlerinden arta kalan eski refahlı evlerinin harabelerinde birer ikişer oda tamir ederek içine sığınmışlar, geri kalan enkazı yakarak kışı geçirmeye uğraşıyorlardı. Dış görünüş umut verici gibi değildi.”[10] İşte yukarıda anlatılan şartlar altında kurtuluş günü kutlanıyordu. Savaş; iktisadi, kültürel, psikolojik kaybın yanında en değerli varlık insan ve onun yılların birikimiyle elde ettiği maddi ve insani üst değerleri de kaybettiriyordu. Savaş cephede kazanılmasıyla bitmiyordu. Sanki insan yeniden cennetten çıkarılıp, kovulmuşçasına dünyanın imarına yeniden başlıyordu. Erzurum Ermeni çeteleri, Rus ordusu, salgın hastalıklar, kıtlıktan doğan açlık ve göçler yüzünden 400.000 bin nüfus kaybetmişti. Kent merkezi savaşla kent birikimini yitirmişti. Hala Erzurum bu birikimini tamamlamış değildir. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal’in ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesini ve vatanın top yekûn sathı müdafaayla kurtuluş anlayışını içerisinde en iyi hisseden işgal bölgeleri ve özellikle Erzurum Vilayeti olmuştur. Erzurum’un kurtuluştan bu tarafa ülkemizin iç barışına ve bağımsızlığına katkısı bu tarihi tecrübenin sonucudur. Erzurum halkı, dost ve düşmanı bunun yanında ihaneti de görmüş ve yaşamıştır. Yayılmacı ve sömürgeci ülkelerin kullandıkları ve geliştirdikleri metotları bilmeden yapılan mücadele sonuç vermemektedir. O gün için ileri görüşlü Ermeni aydınları yayılmacı devletlerin oyununa gelmeselerdi, bugün bu acı ve elemli günleri konuşmayacaktık. Ama ne yazık ki geçmişte olduğu gibi, bugün de, başka başka isimler altında ülkemiz üzerinde oyunlar oynanmaya devam etmektedir. Emperyalist ülkeler, geliştirdikleri doğa bilimleri yöntemi sayesinde tabiata egemen olarak; aşılmaz dağları, ulaşılmaz yerleri karadan, denizden ve havadan işgal ettiler. Yeni kıtalar keşfettiler. Tabiata hükmetmenin güvenini kazandılar. Kullanabildikleri tüm silahları icat ederek kendilerini güvende hissettiler. Dünya gezegeninin tüm nimetlerini kendilerine hizmet eden ve yararlandıkları bir meta aracı olarak gördüler. Ancak her gittikleri, işgal ettikleri yerleri silahlı çarpışmalarla elde etmenin bedelinin ağır olduğunu gördüler. Sonra şu temel soruyu sordular: “Doğa bilimlerinin yasaları gibi, insan (toplum) yani beşeri bilimlerin de yasaları var mıdır?” İşte Batılı emperyalist ülkeler, doğa bilimlerinden sonra beşeri bilimlere yöneldiler. Zira dünya gezegenine egemen olmak iki yolla mümkündü; doğa ve beşeri bilimlerle. Beşeri bilimler şu soruyu sordurdu:”İnsan, toplum, ekonomi, hukuk, tarih, kültür, devlet vs nedir?” İnsan tanınmalıdır ki kolay yönetilsin ve Batı emperyalizmine boyun eğsin. İnsanı tanımak ise, onun hem fiziki, hem ruhi, hem tarihi ve hem de kültürünü tanımakla mümkündü. İşte Batı, insanın tarihini, kültürünü tanıyınca,“Böl, parçala, düşmanlık aşıla, kendi bağımlı kıl ve yönet” ilkesini temel ilke kabul etti. Son iki yüzyıl boyunca Batılıların, Türk Tarihinin her safhasını incelemelerinin belki de en temel gerekçesi; saf bilim yapma merakından daha çok, bilinçaltında gizledikleri hükmetme duygusuydu. Sonra görüyoruz ki ülkemizi işgal eden büyük devletler bize (İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Ruslar. v.s), birer düşman olarak değil, vicdanlarına sığınıldığında kendilerinin adaletli oldukları düşüncesini dayatmaktaydılar. Emperyalist ülkelerin sömürü ağına düşmemiş pek az ülke vardır. Bunun en acı tecrübesini biz yaşadık. İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi sömürge ağına düşmüş tüm milletleri özellikle de Müslüman ülkelerin bağımsızlık umudunu yitirmesine neden olmuştur. Yüce Türk milletinin kazandığı milli mücadele destanı ve tam bağımsızlık savaşı, umutlarını yitiren milletlere umut ışığı olmuştur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ülkelerin kurtuluşu, hem doğa, hem de beşeri bilimlerin yardımıyla olmalıdır. Biz yanı başımızdaki devletlerin gerçekleştirdikleri ihtilallerini yakinen takip edememiş, çoğunlukla hazırlıksız yakalanmışızdır. Özellikle Osmanlı aydını, dünyayı Fransız ihtilalinin sonuçlarına bakarak dünyayı - ki tam olarak anladığını da söylemekte zorlanıyoruz- görmeyi yeterli saymıştır. Onun içindir ki, Türkiye’nin her bakımdan (iktisadi, siyasi, kültürel ve diğer..) bağımsızlığını devam ettirebilmesi için, kendi tarihini çok iyi bilmesinin yanında, olabildiğince insanlık tarihini de bilmesi gerekir. Erzurum’un doksan dördüncü kurtuluş yılını kutladığımız bu günlerde, Albayrak Gazetesinin başlığında belirttiği gibi; kurtuluş günümüz, hem neşemizin ve hem de matemimizin sebebiydi.
OKU, YORUMLA ve PAYLAŞ ==>
https://www.doguturk.com/erzurumun-kurtulusu-uzerine-makale,216.htmlDOĞUTÜRK